14 Eylül 2009 Pazartesi

tenimin yarısıyla soluyorum


Tenimin yarısıyla soluyorum…

Korkuyorum, nefes alamamak değil korktuğum şey ama yine de korkuyorum… ölümden korkmadığımı bilmek korkutuyor beni mesela… ölümden korkmak istiyorum… dar zamanlarımda sığınabileceğim bir tanrım bile yok benim… işte bu nedenle tenimin diğer yarısıyla da solumak istiyorum…

Bu şehrin havası yoruyor tenimi, bu şehre artık yağmur yağsın istiyorum… o şehrin bulutları bu şehrinkilerle yer değiştirsin; üstüme yağ, istiyorum… iki tane kalbim var benim ve ben hala tenimin yarısıyla soluyorum... bir de; kendinden güdümlü, hep doğru hedefi bulup saplanan şizofren paranoyalarım var benim. Yaralarıma parmaklarını geçirip, beni sağaltmanı istiyorum…

Bu şehrin alnının çatısına çakılmış sövgülerim var benim, bu şehri havaya uçurmaya ant içmiş düşlerime ortaklık eden… benden saklanmaya çalışan anarşist, nihilist, yıkıcı kaygılarım var benim; bu şehre ve tüm şehirlere sövgülerimle at başı giden…

Tenine dair, üstü örtülmemiş düşlerim var benim; hayasız ve pis, hayasız ve pis oldukça şiddeti artan, kırmızıyı orospulaştıran, siyaha şapka çıkaran, utançtan kızarmadan kimseye anlatılamayacak, baştan çıkaran, şeytanla pazarlığa tutuşan, yaşa(m)a sanrısına isyan eden, acıyı taçlandıran, acıma, acına sahip çıkan,yaraya ve kana batmış ama illa ki ruhumu saran… söylesene hangisi daha şehvet…

Tenimin yarısıyla soluyorum…

Ciğerlerim kuru yapraklardan duman ve huşu sağıyor ve ben bu şuursuzluk yanılsamasını çok seviyorum… tenimin yarısı ateş banyosunda, kalan yarısıyla soluyorum…

Şeytanın el değmemiş planlarına, işveli bir orospu edasıyla göz kırpan çelişkilerim var benim; adını zamanın koyduğu… aşka, hayat, sekse, savaşa, mum ışığına, ayın denizdeki yansımasına ve bu şehrin lağımlarındaki bok’a dair ve hatta çekilmemiş herhangi bir fotoğraf karesine dair çelişkilerim var benim…

Sırf kendimi tatmin için kurguladığım, kurgusunu yaparken, test sürüşü için kendi hayatımı kullandığım, çoğu zaman bir gecekondu kadar çarpık, kimi zaman bir orman kadar estetik ama daima bir gecekondu ve orman kadar duygu yüklü düşlerim var benim… romanını yaşayarak yazanlara özgü entelektüel meteliksizliğime övgülerim, hayatını çalışarak kendinden ve zamanından biraz satarak kazananlara özgü; ruhumun yarısının solumasına engel cimri kaygılarım var benim…

İşime gelmeyen her şeye sövüp, işime gelmeyen her şeyi yok sayacak ve yine sırf bu dünyaya ait oldukları için her şeye ve herkese sonsuz sevgi duyacak iki adet kalbim var benim, yine de tenimin yarısıyla soluyorum… söylesene hangisi daha insan…

Orospuları, hırsızları, evsizleri birde seni çok seviyorum; meczup olabilecek kadar inananları birde… biliyorum ki terli bir orospuyla yatağa giremem, biliyorum ki bir hırsızla bir şeyler aşıramam, biliyorum ki bir evsizle aynı şarap şişesini paylaşamam, biliyorum ki asla bir meczubun inandığı kadar herhangi bir şeye inanamam ama yine de biliyorum ki sana, bana ve hayat dair bilmediklerimdir beni bu yaşamın gizlide olsa öznesi kılan…

Biliyorum bilmediklerimin çokluğunu, biliyorum bildiklerimin çoğunun yanlış olduğunu ve biliyorum sol omzumdaki meleklerin sağımdaki başıboşlardan daha çok çalıştığını… söylesene hangisi saha dürüst…

“bir akşama vakti meydanda şarap içenlere özenip sana gelemediğim kadar seviyorum seni” demiştim bir şiirimde… yaşayarak mı demiştim yoksa henüz yaşanmamış bir aşktan kendime mi devşirmiştim hatırlamıyorum… ama şimdi aşkımızın elle tutulur gerçekliğinde “bir akşam meydanda şarap içenlere özenip, terliklerimle sana koşacak kadar seviyorum seni”…

aşk’tan umut…

umut’tan acı…

acı’dan aşk devşiriyorum… evriting is gonna bi ol rayt mı itiz veri bitıfıl mı? Söylesene hangisi daha adil…

oyalamaya ve oyalanmaya dair üstünden geçilmemiş sorularım var benim; bir şehrin inanılmaz sıcağına anlık sıkıntıları katıp, bir şehrin alışılmamış sıcağına doğru uydu hatlarından akıp, terli tenimin yarısını streç film gibi kaplayan… tenimin yarısıyla soluyorum… kalan yarısıyla sorulmamış soruları, yanıtlanmamış cevapları arıyorum, tenimin yarısıyla isyan ederken, kalan yarısıyla isyanı bastırmaya çalışıyorum, oyalamamaya oyalanmamaya çalışıyorum… tenimin yarısıyla soluyorum, kalan yarısıyla; ÇATIŞIYORUM!

Her şeyin hiç olduğunu, hiçliğin nihayet ve nihayetsizlik olduğunu düşünüyorum önce… babası “hiç” olmayan bir hayatın “piç” olduğunu ama aslında piçin ta kendisinin hiç olduğunu düşünüyorum… orospulara, hırsızlara, evsizlere bir de piçleri ekliyorum sana dokunmaksızın… hiçliğin Don Kişot’larını kutsayıp piçlik unvanlarını verirken, mayalı ekmeğin bir parçasını kendime saklıyorum korkarak…çünkü benim bunca istemem rağmen sığınacak bir tanrım bile yok; soru işaretlerimden arta kalan…

Bir gayret dişlerimin arasına alıyorum mayalı ekmeği, dilimin ıslaklığını geçiriyorum usulca, ıslaklıkla oluşan buharı usulca genzime doğru kaydırıyorum, “mayalı ekmek insan menisi gibi kokar” diyorum bir an “menilerimizi saçar gibi saçtık mayalı ekmeği insanların ruhlarına” diyerek ağzımı açıyorum, esrik bir gülümsemenin kıyısından boşluğa yuvarlanıyor mayalı ekmek… sol omuz:1 sağ omuz:0 ve inanırmısın gün daha doğmadı bile… söylesene hangisi… neyse…


Tenimin yarısıyla soluyorum… sonra yabancılaşıyorum diğer yarısıyla bu yarısına… bir yanım çürümüş gibi geliyor diğer yarıma… yabancılaşıyorum hayata, topluma, değerlere, toplumun değerlerine ve diğerlerine… tenimin rengi değişiyor, kelimenin tam anlamıyla, kelimenin küfür anlamıyla; zencileşiyorum… inanılmaz, akıl almaz bir şiddet nöbetine tutuluyorum, bedenim seğiriyor, burnum kanı koklamak istiyor, damarlarımdaki kanı akıtmak, yeryüzünde patlamamış, içinde kan dolaşan ne kadar damar varsa patlatmak istiyorum… tenimin yarısı terlerken, titrerken, kudurmuş itler gibi çırpınırken, diğer yanım iyice kaçıyor, çürüyor uzaklaşıyor benden… çıldırmış gibi kaygılarıma saldırıyorum, inançlarıma, inançsızlığıma, ilkelerime saldırıyorum, kırmak, yıkmak, taş üstünde taş bırakmamak için yanıp tutuşuyorum… iyiye, güzele, umuda dair ne varsa kana bulamak istiyorum, ağzım yüzüm kan oluyor, kıp kırmızı kan kesiliyorum… hıçkırıklarım boğazıma düğümleniyor… kan beni rahatlatıyor… soluklarım yavaşça düzene giriyor, bir yanım diğer yanıma yaklaşıyor “kan hayattır” diyorum… kanı seviyorum genzimde yakıcı kokusunu duyuyorum… hayatı seviyorum… iki yanım bir oluyor “ben” oluyorum… kan ruhumu ehlileştiriyor, ateş kes ilan ediyor… hıçkırıklarım seyrek ama daha içten çıkıyor şimdi… kuru yapraklardan sükunet sağıyorum ruhuma… katıksız sevgi oluyorum doğayı, yaşamı, öksüzleri varolan ve varolacak her şeyi katıyorum orospuların,hırsızların, evsizlerin ve piçlerin yanına… senin baş köşedeki yerine dokunmaksızın… olduğum yerde huşuyla salınmaya başlıyorum ileri geri, ileri geri… ha hu ha hu ha hu… insan dair güzellikleri kutsuyorum, bir atın sırtında gökyüzüne süzülüyorum… ha hu ha hu ha hu… tekbir sesleri geliyor kulağıma… ezanı içimde okunur gibi duyuyorum… tekbir getiriyorum… dilim dolanıyor, ağzım uyuşuyor “afyon” diyorum… “bazı sözleri afyon çiğner gibi sakız ettik insanlığın ruhuna” diyerek ağzımı açıyorum… dudağımın kıyısından umutsuz yere yuvarlanıyor ve sakatlanıyor kelimelerim… sol omuz:2 sağ omuz:0 ve inanırmısın… hakem hakkımızı yedi bu sefer… söylesene hangisi safça…

Tenimin yarısıyla soluyorum…

Yarısıyla gezip tozup, yarısıyla yiyip içerek, yarısıyla terleyip, yarısıyla kirleniyorum… öbür yarısıyla ÇATIŞIYORUM!

Artık ciğerlerimle solumak istiyorum…

Biliyorum iyi yada kötü değiliz…

Biliyorum iyi ve kötüyüz…

Söylesene hangisi daha AŞK…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder