10 Kasım 2009 Salı

Kırmızı Kertenkele Harikalar Diyarında


Red Lizard in Wonderland

Repeat



Vincent Marcone Çalışmalarından kolaj.

9 Kasım 2009 Pazartesi

8 Kasım 2009 Pazar

Kadın'ın Üç Hali



dengede dursun diye
dünya,
dans ederken bilge şamanlar
onlardan eksik değildi...
durmadı.
dans etti... bir umudu
düş'e yazdı kadın.

sıcağın kıymetini bilsin diye
insan,
çocuğunu emziren anne gibi
kış soluğunu üflerken doğa ana
kışın içinde
düş'e YAZdı kadın...

gidenlerin yerine gelsin diye
yeniler,
felaketlerle sarsılırken evren...
tutunacak tek dal bulamadı,
düşe yazdı kadın...

18 Eylül 2009 Cuma

16 Eylül 2009 Çarşamba

Çalıntı Düşler


Düşlerimi çalıyorlar düşlerimde


Ben;


sensiz sabahlara saçıyorum hiç(kırıklık) larımı


sabahların sessizliğinde.


Sen;


hırsız misali


düşlerimin peşinde…




Kurulu bir pazarda,


satılığa çıkmış düşlerim


-tezgâhtarı sen-




Ben;


en çıplak düşlerin,


hayâsız cambazı


Sen;


en güzel düşlerimin


en güzel hırsızı…


Ben mağdur


sen mağrur,


Düşlerimi çaldın düşlerimde.


Düşlerimi sattın dönüşlerimde.




Ben, hala çıplak düşler kuruyorum,


en hayâsızından,


en yorgun gündüzlerimde


Sen hala, karanlık gecelerde,


çalıntı düşler peşinde.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Dem


Mavi bir buluttu, yukarı daima yukarı yükseliyordu. Üflediğim nefesimle hareketleri hızlanıyor, sonra yine ağır ağır yukarı doğru süzülmeye devam ediyordu. Kulağıma eğilip “işte bu kadar çekici ve güzel, ama öldürücüdür aynı zamanda” diyordu dedem, parmağının ucuyla hala yükselmekte olan sigara dumanını gösterirken.


Elimdeki esrarlı sigaradan yeni bir nefes daha çekerken gelmişti dedemin sigaradan uzak durmamı öğütlediği an aklıma. Dedem sigaradan çıkan mavi, zehirli dumanı gösterip beni hayran bırakırken farkında olmayarak,sigaraya başlamama neden oldu aslında. Aptal bir yüz ifadesiyle sırıttım ve sigaranın dumanını daha da derine yollayabilmek için çekebildiğim kadar derin çektim nefesimi, ciğerlerimin acıdığını, bir yandan da dumanın genzimden beynime doğru yükselirken vücudumun rahatladığını hissedebiliyordum. Ağır ağır bırakmaya başladım nefesimi, duman içimden çıkıp gittikçe ben biraz daha yukarı yükseliyordum sanki. Esrarın verdiği tatlı sarhoşluk hissini tatmaya başlamıştım ama kendimi uçuyor sanmama rağmen ayaklarımın yere bastığını biliyor, bir çeşit ara bilinç düzeyinde geziniyordum. Esrarın bu yanını seviyordum zaten; kendindeyken başka yerde oluyordun, evdeyken dışarıda, evdeyken bilinçaltının gizli bir dehlizinde, evdeyken herhangi bir coğrafyada, kısacası evdeyken her yerde ama hep kendinde……… kendini zamanın kıyısında hissettiriyordu insana yada tiyatroda gibi; zaman ve mekan kendi anlamsızlıkları içinde kayboluyor, geriye acılarınla, mutluluklarınla, umut ve umutsuzluklarınla, hayal kırıklıkların ve sevinçlerinle koca bir sen ve koskoca bir yalnızlık kalıyor.


“Biliyordum yalnızlık değildi mutsuzluğumun sebebi, oysa ben yalnız ve mutsuzdum,sorsalar delice severdim yalnızlığımı, biliyorum yalnızlık değildi mutsuzluğumun sebebi.. bunca kalabalık bir yalnızlığın gelip bulmasıydı beni…”


Ruhumun yasaklı kıvrımlarına dalmış düşünürken boynumda bir nefesin sıcaklığıyla tekrar yaşadığım mekana döndüm ve aynı anda vücudumda o isterik kasılmayı hissettim. Kafamı çevirip sıcaklığın kaynağına baktığımda az önce tanıştığım kızın beni öpmeye çalıştığını dilini boynumda gezdirdiğini anladım, esrarın verdiği rehavet kasıklarımdan yükselen zevkli sızıdan baskın geldiği için ağır hareketlerle uzaklaştırdım kızı kendimden. Hareketlerim kamerayla kaydedilip ağır çekimde gösteriliyormuş gibi geldi bana, birden bir stadın orta yerinde televizyonda seyrederken buldum kendimi, tanımadığım biri elinde bir çubukla ekranda ayağımı gösteriyor, ben yine ağır çekimde yere düşüyordum. Ekrandaki görüntümde takla attığımı ve beni yere düşürenin eski sevgilim olduğunu görebiliyordum, üstünde bir forma vardı ve ben düşerken elime bastı, o an elim yüreğim oldu ve ben sadece kan olup yemyeşil çimlerden aşağı doğru akmaya başladım, toprağın altına, dibe, karanlık ve nemli katmana doğru hızla akıyordum, aktıkça kanıyor, kanadıkça eksiliyor, zaman geçtikce daha da hızlı derine doğru ilerliyordum. “Niye kimse konuşmuyor” diyen şımarık bir kız sesi ben akarken kulaklarımda yankılanıyordu, o an –konuşursam kanamam- diye geçirdim aklımdan ama hala hızla kanamaya, akmaya, eksilmeye devam ediyordum.


Kaybolacağımı, yok olup gideceğimi düşünmeye başladığım bir anda kesildi kanamam, yeniden bedenime kavuşmuş ben olmuştum. Kendimi adam boyunda satranç taşlarının olduğu damalı fayanslarla kaplı büyük bir bahçenin içinde buldum, bahçede sadece sekiz taş bulunduğunu ve taşların hepsinin vezir olduğunu fark ettim, birden kahkahalarla gülmeye başladım çevremdekiler benim gülüyor olmama gülüyorlardı “sekiz vezir sorusu” diye geçti aklımdan az önce oturduğumuz kahvede arkadaşımın sorduğu soruydu bu. Hala kendimde olduğumu fısıldadım içimden,kahkahalarla gülmeye devam ederken.


İsterik denebilecek kahkahalarımın ardından bir sessizliğe bürünmüştüm yine, gözlerimi de kapatınca sessizlik beraberinde karanlığı da getirmişti yeniden. Sanki havada asılı kalmış gibi, ne uçuyor ne de ayaklarım yere basıyormuş gibi hissediyordum, görünmez ve hissedilemez iplerle öylece asılmıştım boşluğa. Bu sefer ki karanlık acıtmıyor korkutmuyordu, zevklinin ötesinde mükemmel bir duyguydu, vücudumda yanağım hariç hiçbir yerimi hissetmiyordum, ellerim, bacaklarım, vücudum yoktu. Sağ yanağımda rahatsız etmeyen okşayan bir serinlik hissediyordum “yanağım otobüs camının garantisinde” diye geçirdim içimden.


Yanağımdaki serinlik aşağıya boynuma, sonra göğüs kafesime oradan da göbeğime kadar indi. Az önce beni öpmeye çalışan kızı gördüm çıplak haliyle üstümde. Tanrı Pan’ın Nympha’larını hayal ettiğimde gözlerimin önüne gelen vücut kadar şeffaf ve bir o kadar da güzeldi vücudu, elindeki buzu gezdiriyordu bedenimde. Yaşadığım mekana geri dönmüş tüm vücudumu hissediyordum artık, kasıklarımda az önce hissettiğimden daha zevkli bir sızıyı ve az önceki asılı kalmışlık hissini ve ince ince yüreğime sızan ney sesini………


Gözlerimi kapayıp fısıldadım kendime;


“Cennetteyim”


“Dem’desin” diye fısıldadı Nympha’ların vücutları kadar saydam sesiyle bir ses.


“Dem’deyim” dedim dudağımın kıyısında ufacık bir gülümseme;


Dem’deyim...

gezgin şiir

peri kızı'na

körfezi soluyorum şimdi,
ağdalı, yapış yapış bir soluk içime giren.
yokluğunun kanatlarında
bir körfezden diğerine sürüklenen.

kara bir talihtir aslında yokluğun,
ne ilacı var
ne de hastanın ilaca ihtiyacı
tam da yokluğundur
beni benden içeri eden.

ah! hatırlıyorum cıvıltılı kahkahanı
belinin her kıpırtısında
kanatlanıp esen rüzgara karışır,
sandras'ın zirvesinden
körfezin soğuk sularını aşıp
gelir benden yana...

vadilerim karanlık benim,
kuytularım soğuk, nemli
yokluğundan beri.

rüzgara karışamaz bazı duygular
illede dokunmak, tatmak ister
ten tene,
ter tere karışsın ister.
o sıra;
bir jilet gibi pürüzsüz ve ince
sızar yokluğun,
hayata, yaşama, bilince...
sızar yaradan kan,
dolanır durur bastığın yerleri,
tek tek kutsar olduğun şehirleri.
bu şehrin yapış yapış sıcağında
bir aşkı dokur
küçük bir oğlan çocuğu
bir masaldan ödün(Ç)alınmış
peri kızının örgülü saçlarından

masal bu ya;
peri kızı ormanda dolaşırken görmüş,
almış, yürek cebine koymuş derler...
bir sanrıdan arta kalan
ürkek kırmızı kertenkeleyi...

eylül 2009
muğla

Anladım


deli çağlayanlar gibi;
aktım, duruldum...
sonra yüzümü döndüm senden yana
el etek çekmiş heykelin karşıladı beni
gönül kapında.
anlattım bir zaman,
anlamadın...

anladım,
an gibi kaldım yüzüm soğudu.
anladım,
bir yerim yok belli,
iklimin soğuk,
kürküm çok eski.

anladım bu heykel senin heykelin
sen ki mağrur ve mantıklı,
sanki yoksun...
oysa gözlerine bakınca
olduğun kadar varsın,
ne ağzı kokan bir sokak fahişesi,
ne yalın ayak,
başı çıplak bir sokak bebesi;
olduğun kadar varsın,
olduğun kadar var olacaksın durduğun şehrin ayazlarında.

sana güzel söz işlemez.
kaldı ki ben kahin değilim,
bilmem olmayandan aşk koklamasını.
bir akşam vakti tepemizde uçuşan kelebekleri sevdiğimiz kadar sevdim seni...

durma heykel elini çabuk tut!!!
sen soğuksun ya,
ben cehennemim.
sana ateş getiririm yezidi toprağından,
sesim düştüğünde yan diye,
üstüne yüreğimi döküyorum


eylül 2009
muğla

Düşlerim Yatağımda- Düş ve Ölüm


Düş ve Ölüm

Yatağımda uzanmış sigaramı içiyorum, sigaramın dumanı çarpıyor gözüme, sürekli bir devinim içinde bütünlüğünü yitirmeden ama her adımda kütlesinin başka bir parçasıyla yükseliyor sonunun koca boşlukta kaybolmak olduğunu umursamadan. Kendimi üstünde Castrol reklamının olduğu yeşil kocaman bir balonla yükselirken görüyorum. Balona sıcak hava yavaş yavaş doluyor ve balon aynı yavaşlıkla ama kesintisiz yükselişini sürdürürken bulutlara ulaşmak için sabırsızlandığı çıkardığı seslerden belli oluyor.


Rotam önceden belirlenmiş sanki, Muğla üstünde başlayan yolculuğum doğuya sürekli doğuya devam ediyor. Coğrafyanın ne zaman anlamını yitirdiğini bir boyuttan diğerine ne zaman atladığımı anlayamadan kendimi inanamayacağım hayal edemeyeceğim kadar yüksekte buluyorum. Önümdeki haritada bilmediğim biri tarafından belirlenmiş rotamı ve son durağımı görüyorum kırmızı kalemle işaretlenmiş son durağım dünyanın çatısı Himalayalar. Bunu fark ettiğim anda devasa tapınaklar ve buda rahipleri iştahımı kabartıyor. O kadar yüksekteyim ki, dağlar bir yolun üzerindeki tümseklere, denizlerse o tümseklerin dibinde yağmurdan arta kalan su birikintilerine benziyor. Bir an aklıma balonun rotamı takip etmeme yetecek kadar gaza sahip olup olmadığı geliyor ve aklıma getirdiğim kötü düşünceyle birlikte balonum aynı çizgi filmlerde bir kuşun deldiği seyahat balonları gibi savrularak ve hızla yeryüzüne inmeye başlıyor. Balonun hareketlerini takip bile edemediğim için bir şeyler yapmaya çalışmaktan vazgeçiyorum, sadece aynı çizgi filmlerdeki gibi bir ağacın dalına takılıp kalmayı diliyorum ve bunu dilediğim anda tarifi olmayan bir acı şokuyla yere çarptığımı hissediyorum. Çarpmanın şiddetini duyumsaya bildiğim için seviniyorum. Soluğum kesiliyor, nefes alamaz duruma geliyorum, dilim damağım kuruyor, aynı anda boğazıma kan kokusu geliyor, bağırmak istiyorum ama sesimi duyamıyorum yinede tüm bunları hissedebiliyor olmamın yaşadığım anlamına geldiğini düşünüp seviniyorum.


Saray soytarılarının kılığında yanıma gelen adamı gördüğümde sevincim şaşkınlığa dönüşüyorum “hoş geldiniz, giriş işlemleriniz birazdan tamamlanacak” deyip bir reverans yapıyor ve ayağa kalkmama yardım ediyor. Adam ayağa kalkmama yardım ettikten sonra herhangi bir şey söylemeden beni şaşkınlığım ve huzursuzluğumla baş başa bırakıp çekip gitmişti. Nereye giriş işlemlerim yapılıyordu, nerdeydim, nereye girmek üzereydim, balonum, haritam nereye gitmişti. “onlar zaten senin değildi ki” dedi bir ses bana adımla hitap ederek. Devlet dairelerinin girişlerinde bekleyen güvenlik elemanlarına benzer bir üniforması vardı üstünde “artık gidebiliriz” dedi bana. Nereye gideceğimizi sormak istediysem de bana cevap vermeyeceği gayet resmi tavırlarından belli oluyordu. Eli yüzü düzgün işini profesyonelce yapar bir tavrı vardı. Beni daha önce orda olmayan varsa bile benim fark edemediğim bir kapıdan içeri soktu ve bir reverans yapıp artık yalnız ilerleyeceğimi bildirir bir hareketle ilerlememi işaret etti. O sırada yanıma yaklaşan kişiyi görünce o ana kadar yaşadığım şokların en büyüğünü yaşadım üstünde üniformasıyla Adolf Hitler yanıma doğru yaklaştı aynı öncekiler gibi kibar bir reveransla beni selamladı. Az öncekilerin kim olduğunu sorduğumda saray soytarısı kıyafetli olanın Azrail ve diğerinin de ayak işlerine bakmak için günahı çok olanlardan seçilmiş Manson soyadlı seri katil olduğunu ve bu cevaplardan nerde olduğumu tahmin edebileceğimi söyledi.



Ölmüştüm, şakamıydı şimdi bu “lamı cimi yok öldün ve cehennemdesin” dedi. Şaşkındım yaşadığım dünyadan tanımadığım ve varolduğuna inanmadığım bir dünyaya gelmiştim. “Ateş kazanları nerde?” diye sordum Adolf’ e oysa sadece gülümsemekle yetindi. Düz ağaçlı bir yolda yürümeye başlamıştık ki, ağaçların altında bir kayanın üstünde oturup sohbet eden Yeşu Ben Miriam (bilinen adı İsa unvanı ise Mesih) ve hangisi olduğunu bilmediğim ama peygamber olduğunu tahmin ettiğim bir başkasını gördüm, Adolf istersem yanlarına gidebileceğimi belirtir bir işaret yaptı. Bu benim kesinlikle kaçırmak istemeyeceğim bir fırsattı çekinik adımlarla sohbetlerini bölmelerine neden olmadan yanaştım yanlarına.


Bay peygamber: Soytarı bir kaos yaratığıdır, görünümü saygınlık anlayışımıza bir sataşma, hareketleriyse düzen anlayışımızın alaya alınışıdır. Soytarı daima itilip kakılır, soytarı –onun özgürlük olduğunu düşünelim- daima düzenin insanları –onlarında otorite olduğunu varsayalım- tarafından kovalanır. Soytarı kaosu, otoriteyse istikrarı temsil eder. Doğanın kendisi istikrarsızdır yani soytarıdır, otoriteyse istikrarı ister yani doğanın kendisine karşıdır. Doğanın Azrail’e soytarı kıyafetlerini giydirmesi kaosun kendi ürünü olduğunu ve ona sahip çıkanların kendiyle birlikte olduğunu anlatmasının en açık yoludur. Biz her ne kadar özgürlüğün bir numaralı yandaşı olsak da, sen otorite tarafından çarmıha gerilmiş bir soytarı olsan da, öğretilerin zaman içinde otoriteye hizmet etmeye başlamış, onun bir numaralı dayanağı olmuştur.

Yeşu : haklı olabilirsin bak bizim Matta kitabında 15/24 de benim sözlerimi şöyle aktarmış; “ben İsrail evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim” ben bunu söylerken Yahudileri koyun sınıfına koyduğumda kalanına ne muamelesi yaptığımı anla artık. Benim öğretim Yahudiler içindir yeni ve anlamsız bir felsefenin doğmasına neden olacağını tahmin etmemiştim. İnsanlar doğayı terk edip tanrının kucağına düşmeye çok hevesliler bilseler ki doğanın kendisi tanrı.


Bay peygamber: sana oradaki yanılgıyı da anlatayım; eski günlerde insanlar daha somuttu, yani manevi şeylerle çok işleri olmazdı. Bir ceset çürüdüğünde ürünlerin büyümesini sağladığını biliyorlardı. Gübrenin ürünlerin büyümesine katkıda bulunduğunu da kendi gözleriyle görebiliyorlardı. Bitkileri yemenin büyümelerine, kendi hayatlarını sürdürmelerine yardımcı olduğunu anlamaları içinde bir takım kitaplara yada alimlere ihtiyaç duymuyorlardı. Böylelikle kan, bok, ve bitkiler arasında –hayvanlar, insanlar ve bitkiler arasında- bağlayıcı ilişkiler olduğunu yaşayarak öğrendiler. Buğday hastı için hayvan kurban ettiklerinde doğaya kurban edilenin kendilerine geri döneceğini biliyorlardı. Bundan daha az mistik ne olabilirdi ki evet bir seremoni oluyordu ama herkesin biraz eğlenceye ihtiyacı yok mu? Bitkiler alemine bir bak orda hiçbir şey kaybolmaz sadece bulunduğu yerden kopar ve sonra geri döner. Enerji asla yok olmaz. Tohumlarımızı ektiğimiz gibi ekerdik ölülerimizi karımızın rahmine menilerimizi bırakır gibi toprağın kucağına bırakırdık onları. Cesedin, tohumun yada menilerimizin enerjisi şu veya bu biçimde geri dönerdi. Ölüm daha çok hayatı doğururdu. Yeryüzünü severdik onun bizim ihtiyaçlarımızı karşılayacağını bilirdik, ama onu terk etmekten ölmekten de korkmazdık, yaşayacağımız güzel günler için onu kutsardık. Ondan arındırılmamız gerekmiyordu. Cennete kaçış planları kurmazdık hiç. Ölümden korkmuyorduk; çünkü doğaya ve onun döngülerine bağlıydık. Doğaya bakıp, ölümün onun ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyorduk. Bir takım insanlar –başlangıçtaki Yahuda kabileleri yani senin insanların- toprağı işlemeyi bırakıp da bitkilerin döngülerine yabancılaşınca, bedenin madde olarak dirilişine olan inancı yitirdiler. Ölü hayvanlarını toprağa ektiler, mezardan bir şeyler fışkırdığını fark etmediler: ne yeni bir domuz, ne yeni bir koyun. Böylelikle korkuya kapıldılar, bitkilerin yaşam öğretisini unuttular, ümitsizliğe kapılıp soyut yeniden dönüş kavramını geliştirdiler.


Soyut varlık fikri, kendi ürettikleri ölüm korkusunun bir ürünüydü. Ve yüce manevi varlık fikride doğadan uzaklaşmanın sonucudur. İnsanoğlu yaşamın elle tutulur gözle görülür süreçlerini gözlemleyemez, onlarla bir olamaz hale gelince, yaşamın ve ölümün nerden çıktığını açıklamak için tanrıyı icat etmek zorunda kaldılar. Senin benim gibilere de gün doğdu. Öğretilerimiz yanlış anlaşılmadı onlar zaten yanlış temellerden geliyordu. Kökleri doğadan uzak maneviydi çünkü.


Yeşu : bu hata da tanrıların ve bizim payımız nedir peki?

Bay peygamber : hatamız şu Yeşu; atalarımızın hayata bütünlüklü bir bakışları vardı, kendi eksik yöntemleriyle güneşin, ayın ve diğer yıldızların bile varolan işleyişteki yerlerini anlayabiliyorlardı. Tohumların üreme faaliyetleriyle, hayvanların doğurganlığı arasında bir ayrım yapmıyorlardı bu şekilde hayatı çözümlüyorlar sıra iç dünyalarına geliyordu yaşam döngüsüne büyük bir saygı duydukları için manevi huzuru soyutta değil doğanın dönüşümlerinde arıyorlardı, çünkü doğa iç ve dış dünyamızın bir yürümesini sağlayan tek enerji üreteci tek motordu. Dosdoğru kaynağa gidiyorlar soyut olana değil -gökyüzündeki yada her yerdeki görünmeyen bir ego uzantısına değil- doğaya ve onun doğurganlığına tapınıyorlardı bitkilerin ve hayvanların üreme organlarına, çünkü yaşam kuvveti onlardaydı.


Yeşu : hayvan ve bitki kültlerini daha öncede duymuştum ama insan bundan daha estetik daha uhrevi bir şeyleri hak etmiyor mu? Ben insanoğlundan cinsel yaradılışına hayranlık duymasından daha fazla şey bekliyorum.

Bay peygamber : ne bekliyor Yeşu, soyutlamalar mı, doğasına yabancılaşmasını mı, bunlar mı estetik olanlar Yeşu? Kitap başlangıçta söz vardı der. En basit ilkel insan bile başlangıçta orgazmın olduğunu bilir. Hayat sadece hayattan üretilir, hayatın kaynağı enerjidir. Tohumun filiz vermesi, kelebeğin kozasından çıkması hepsi maddeye dairdir, ruha değil. Dağlara saygı göstermek, güneşe tapınmak, bir erkeğin büyük penisine tapınmak belki kabadır ama insan yaşadığı doğayı kutsal gördüğü sürece ona saygı gösterecek onu bugün geldiği duruma getirmeyecekti. Hayatın başlangıcının basit bir doğa olayı olduğunu anlayabilmesi daha binlerce yıllık zamanına mal olacak bilimin ama bak paganlar bunu yüz hatta bin yıllar önce çözüp doğaya saygı göstermişler. Bir tüy tanesine bile saygı duymaları, ondan bir kutsallık çıkarmaları bu nedendendi. Kusura bakma Yeşu senin özgür, isyankar, soytarı -hangisini kabul edersen et- bir insan olduğunu biliyoruz ama o Yahuda kabileleriyle başlayan ve bugün hala devam eden insanoğlunun kendine ve doğaya yabancılaşma süreci,senin doğumunla daha bir netlik kazandı. Senin doğumun doğanın yani maddenin soyut olana yenildiği gündür, insanın kendinden uzaklaşmaya başladığı, kültürün doğaya, fallusun rahme hükmettiği gündür. Neresinden bakarsan bak biz resullerle başlayan sürece baktığında insan binlerce yıllık bozuk bir yapı görüyor sadece. Bizim yaptığımız en büyük yanlış geçen her kutsal saniyede zaten değişen dünyayı değiştirme çabasına düşmek, doğanın işine burnumuzu sokmak oldu.


O sırada bay peygamber beni gördü, bana doğru gelmeye başladığı sırada dayanılmaz bir acı elimden beynime doğru hücum etti, kendime gelip elimde yanmakta olan sigarayı fırlattığımda hala yatağımdaydım, odamı gördüğüme, yaşadığıma sevindim bir an, Yeşu’ya ve Bay peygamber’e göz kırpıp, derin bir uykuya daldım. Neyse ki her şey bir düşten ibaretti.


Yazıda geçenler tamamen bir düşten ibarettir yine de yazar yazıda geçen olaylarla ilgili dinsel, ahlaksal vs.. bir saldırı olduğunu düşünenlere karşı her kelimesinin arkasındadır...

Yeşu Ben Miriam ve Bay peygamber karakterleri üstat Tom Robbins’in “dur bir mola ver” adlı kitabından alıntılanmıştır...

Tenimin yarısıyla soluyorum 2


Teninin bir yarısıyla soluyorum…

İçimde tanrılar biriktiriyorum korkularım bugün olmasın diye. Tenimi teninle kandırmaya çalışıyorum.

Çakılı kaldığım şehir yoruyor beni (entelektüel kaygılarım var benim). Benim bu şehirle değiştirecek bir şehrim yok. Yağmur dilenemem kimseden, acıyorum.. tenimi dindiriyorum teninin yarısıyla.

Düşlerimi teninle besliyorum. Şehvete dair ne varsa topluyorum; iyi ya da kötü, az ya da çok…

Ve teninin bir yarısıyla soluyorum…

Tenimde bastırdığım cümlelerim var benim, kurmaya korktuğum, korkarken kurduğum, kurarken düştüğüm, düşerken sustuğum.. (dünyaya ve insanlara dair)
Teninin yarısıyla susturuyorum.

Ütopyalarım var bir de, bana dair; kanımdaki insanı akıtmaya dair. Ve diyorum:

Başka bir dünyaM mümkün? (tenimi teninin yarısıyla kandırıyorum)

Sözlerim var bir de:

Bu dünya (p)hiç işime gelmiyor..

Düşlerin düşlerime yardım ve yataklık ediyor:
Ben orospuyum..

Teninin bir yarısından umut soluyorum:
Ben hırsızım..

Kendimi “ait” hissetmiyorum:
Ben evsizim..

Ve derler ya yuvarlağın köşeleri olmaz diye, işte sana burada öyle sesleniyorum.

Bilmiyorum, bilebileceğim bir şey yok, hissediyorum..

Terliklerine tenimi ve tenini karıştırıyorum; çünkü biliyorum: yarı’nsız (h)piçim.

“Everything is gonna be all right.” Diyorum, Çünkü ben tenimi teninle besliyorum.

Nazım geliyor sonra aklıma, hani demişti ya “yolu yok don kişotum yolu yok, yel değirmenleriyle dövüşülecek” diye. Nazım biliyor muydu acaba bunları yazarken bu dünya piç, bu dünya hiç.

Kan akıtmak istiyoruz, ama bir meni savuruyoruz ve akıtmak yerine katıyoruz. İnsan kanı akıtmanın kokusuna tutuluyoruz...

Bu yüzden ben düşlerimle yaşıyorum. (“düşlerimin bittiği yere asın beni.)

İyi yada kötü değiliz.

İyi ve kötüyüz.

(gerçek)Nihilistiz, anarşistiz, aşk’ız.

Bir çukurun içindeyiz, çukuru bilenler ve bilmeyenler var, biz biliyoruz ve ben sırf bu yüzden tenimi teninin bir yarısıyla kandırmaya çalışıyorum.. oysa bihaber değiliz diğer yarısından.. yakınlık duyuyoruz.. olsun biz yine tenleri karıştırıyoruz.. çünkü canda insan kanı kaynıyor.. çünkü insan iyi ve kötü..

oysa oyalıyorum dünyayı...
oysa oyalıyor dünya beni..

biliyorum ütopyalar gerçek olmaz..
ve biliyorum başka bir dünya mümkün değil.
yine de kandırıyorum işte.. neyse..

her şeyin içinde sana sığınıyorum...

tenimin yarısıyla soluyorum


Tenimin yarısıyla soluyorum…

Korkuyorum, nefes alamamak değil korktuğum şey ama yine de korkuyorum… ölümden korkmadığımı bilmek korkutuyor beni mesela… ölümden korkmak istiyorum… dar zamanlarımda sığınabileceğim bir tanrım bile yok benim… işte bu nedenle tenimin diğer yarısıyla da solumak istiyorum…

Bu şehrin havası yoruyor tenimi, bu şehre artık yağmur yağsın istiyorum… o şehrin bulutları bu şehrinkilerle yer değiştirsin; üstüme yağ, istiyorum… iki tane kalbim var benim ve ben hala tenimin yarısıyla soluyorum... bir de; kendinden güdümlü, hep doğru hedefi bulup saplanan şizofren paranoyalarım var benim. Yaralarıma parmaklarını geçirip, beni sağaltmanı istiyorum…

Bu şehrin alnının çatısına çakılmış sövgülerim var benim, bu şehri havaya uçurmaya ant içmiş düşlerime ortaklık eden… benden saklanmaya çalışan anarşist, nihilist, yıkıcı kaygılarım var benim; bu şehre ve tüm şehirlere sövgülerimle at başı giden…

Tenine dair, üstü örtülmemiş düşlerim var benim; hayasız ve pis, hayasız ve pis oldukça şiddeti artan, kırmızıyı orospulaştıran, siyaha şapka çıkaran, utançtan kızarmadan kimseye anlatılamayacak, baştan çıkaran, şeytanla pazarlığa tutuşan, yaşa(m)a sanrısına isyan eden, acıyı taçlandıran, acıma, acına sahip çıkan,yaraya ve kana batmış ama illa ki ruhumu saran… söylesene hangisi daha şehvet…

Tenimin yarısıyla soluyorum…

Ciğerlerim kuru yapraklardan duman ve huşu sağıyor ve ben bu şuursuzluk yanılsamasını çok seviyorum… tenimin yarısı ateş banyosunda, kalan yarısıyla soluyorum…

Şeytanın el değmemiş planlarına, işveli bir orospu edasıyla göz kırpan çelişkilerim var benim; adını zamanın koyduğu… aşka, hayat, sekse, savaşa, mum ışığına, ayın denizdeki yansımasına ve bu şehrin lağımlarındaki bok’a dair ve hatta çekilmemiş herhangi bir fotoğraf karesine dair çelişkilerim var benim…

Sırf kendimi tatmin için kurguladığım, kurgusunu yaparken, test sürüşü için kendi hayatımı kullandığım, çoğu zaman bir gecekondu kadar çarpık, kimi zaman bir orman kadar estetik ama daima bir gecekondu ve orman kadar duygu yüklü düşlerim var benim… romanını yaşayarak yazanlara özgü entelektüel meteliksizliğime övgülerim, hayatını çalışarak kendinden ve zamanından biraz satarak kazananlara özgü; ruhumun yarısının solumasına engel cimri kaygılarım var benim…

İşime gelmeyen her şeye sövüp, işime gelmeyen her şeyi yok sayacak ve yine sırf bu dünyaya ait oldukları için her şeye ve herkese sonsuz sevgi duyacak iki adet kalbim var benim, yine de tenimin yarısıyla soluyorum… söylesene hangisi daha insan…

Orospuları, hırsızları, evsizleri birde seni çok seviyorum; meczup olabilecek kadar inananları birde… biliyorum ki terli bir orospuyla yatağa giremem, biliyorum ki bir hırsızla bir şeyler aşıramam, biliyorum ki bir evsizle aynı şarap şişesini paylaşamam, biliyorum ki asla bir meczubun inandığı kadar herhangi bir şeye inanamam ama yine de biliyorum ki sana, bana ve hayat dair bilmediklerimdir beni bu yaşamın gizlide olsa öznesi kılan…

Biliyorum bilmediklerimin çokluğunu, biliyorum bildiklerimin çoğunun yanlış olduğunu ve biliyorum sol omzumdaki meleklerin sağımdaki başıboşlardan daha çok çalıştığını… söylesene hangisi saha dürüst…

“bir akşama vakti meydanda şarap içenlere özenip sana gelemediğim kadar seviyorum seni” demiştim bir şiirimde… yaşayarak mı demiştim yoksa henüz yaşanmamış bir aşktan kendime mi devşirmiştim hatırlamıyorum… ama şimdi aşkımızın elle tutulur gerçekliğinde “bir akşam meydanda şarap içenlere özenip, terliklerimle sana koşacak kadar seviyorum seni”…

aşk’tan umut…

umut’tan acı…

acı’dan aşk devşiriyorum… evriting is gonna bi ol rayt mı itiz veri bitıfıl mı? Söylesene hangisi daha adil…

oyalamaya ve oyalanmaya dair üstünden geçilmemiş sorularım var benim; bir şehrin inanılmaz sıcağına anlık sıkıntıları katıp, bir şehrin alışılmamış sıcağına doğru uydu hatlarından akıp, terli tenimin yarısını streç film gibi kaplayan… tenimin yarısıyla soluyorum… kalan yarısıyla sorulmamış soruları, yanıtlanmamış cevapları arıyorum, tenimin yarısıyla isyan ederken, kalan yarısıyla isyanı bastırmaya çalışıyorum, oyalamamaya oyalanmamaya çalışıyorum… tenimin yarısıyla soluyorum, kalan yarısıyla; ÇATIŞIYORUM!

Her şeyin hiç olduğunu, hiçliğin nihayet ve nihayetsizlik olduğunu düşünüyorum önce… babası “hiç” olmayan bir hayatın “piç” olduğunu ama aslında piçin ta kendisinin hiç olduğunu düşünüyorum… orospulara, hırsızlara, evsizlere bir de piçleri ekliyorum sana dokunmaksızın… hiçliğin Don Kişot’larını kutsayıp piçlik unvanlarını verirken, mayalı ekmeğin bir parçasını kendime saklıyorum korkarak…çünkü benim bunca istemem rağmen sığınacak bir tanrım bile yok; soru işaretlerimden arta kalan…

Bir gayret dişlerimin arasına alıyorum mayalı ekmeği, dilimin ıslaklığını geçiriyorum usulca, ıslaklıkla oluşan buharı usulca genzime doğru kaydırıyorum, “mayalı ekmek insan menisi gibi kokar” diyorum bir an “menilerimizi saçar gibi saçtık mayalı ekmeği insanların ruhlarına” diyerek ağzımı açıyorum, esrik bir gülümsemenin kıyısından boşluğa yuvarlanıyor mayalı ekmek… sol omuz:1 sağ omuz:0 ve inanırmısın gün daha doğmadı bile… söylesene hangisi… neyse…


Tenimin yarısıyla soluyorum… sonra yabancılaşıyorum diğer yarısıyla bu yarısına… bir yanım çürümüş gibi geliyor diğer yarıma… yabancılaşıyorum hayata, topluma, değerlere, toplumun değerlerine ve diğerlerine… tenimin rengi değişiyor, kelimenin tam anlamıyla, kelimenin küfür anlamıyla; zencileşiyorum… inanılmaz, akıl almaz bir şiddet nöbetine tutuluyorum, bedenim seğiriyor, burnum kanı koklamak istiyor, damarlarımdaki kanı akıtmak, yeryüzünde patlamamış, içinde kan dolaşan ne kadar damar varsa patlatmak istiyorum… tenimin yarısı terlerken, titrerken, kudurmuş itler gibi çırpınırken, diğer yanım iyice kaçıyor, çürüyor uzaklaşıyor benden… çıldırmış gibi kaygılarıma saldırıyorum, inançlarıma, inançsızlığıma, ilkelerime saldırıyorum, kırmak, yıkmak, taş üstünde taş bırakmamak için yanıp tutuşuyorum… iyiye, güzele, umuda dair ne varsa kana bulamak istiyorum, ağzım yüzüm kan oluyor, kıp kırmızı kan kesiliyorum… hıçkırıklarım boğazıma düğümleniyor… kan beni rahatlatıyor… soluklarım yavaşça düzene giriyor, bir yanım diğer yanıma yaklaşıyor “kan hayattır” diyorum… kanı seviyorum genzimde yakıcı kokusunu duyuyorum… hayatı seviyorum… iki yanım bir oluyor “ben” oluyorum… kan ruhumu ehlileştiriyor, ateş kes ilan ediyor… hıçkırıklarım seyrek ama daha içten çıkıyor şimdi… kuru yapraklardan sükunet sağıyorum ruhuma… katıksız sevgi oluyorum doğayı, yaşamı, öksüzleri varolan ve varolacak her şeyi katıyorum orospuların,hırsızların, evsizlerin ve piçlerin yanına… senin baş köşedeki yerine dokunmaksızın… olduğum yerde huşuyla salınmaya başlıyorum ileri geri, ileri geri… ha hu ha hu ha hu… insan dair güzellikleri kutsuyorum, bir atın sırtında gökyüzüne süzülüyorum… ha hu ha hu ha hu… tekbir sesleri geliyor kulağıma… ezanı içimde okunur gibi duyuyorum… tekbir getiriyorum… dilim dolanıyor, ağzım uyuşuyor “afyon” diyorum… “bazı sözleri afyon çiğner gibi sakız ettik insanlığın ruhuna” diyerek ağzımı açıyorum… dudağımın kıyısından umutsuz yere yuvarlanıyor ve sakatlanıyor kelimelerim… sol omuz:2 sağ omuz:0 ve inanırmısın… hakem hakkımızı yedi bu sefer… söylesene hangisi safça…

Tenimin yarısıyla soluyorum…

Yarısıyla gezip tozup, yarısıyla yiyip içerek, yarısıyla terleyip, yarısıyla kirleniyorum… öbür yarısıyla ÇATIŞIYORUM!

Artık ciğerlerimle solumak istiyorum…

Biliyorum iyi yada kötü değiliz…

Biliyorum iyi ve kötüyüz…

Söylesene hangisi daha AŞK…

Bir yerde...

Giderken…




Eşyalarım toplanmış, kamyonete yüklenmişti nihayet… Hiç başlamayacakmış gibi gelen o anlamsız yolculuk az sonra başlayacaktı işte. Ne gideceğim yeri kendime yakıştırıyordum ne de beni oraya yollayanların bunu yapabileceklerini tahmin ediyordum. Ama yolculuk başlıyordu en nihayetinde. İki yıllığına zamanla düşman ilan edilmiştim, iki yıllığına yaşanacak her şeyin adı tutsaklıkla gölgelenecekti… Zamana bana muhalefet etme emri verilmişti iki yıllığına ve o iki yıllık yolculuk az sonra başlayacaktı…



Sevgilim, ailem, dostlarım, kapının önündeydi hepside, kalacağım cezaevine gelemeyecek olanlarla vedalaştım kapının önünde, her sarılış her öpüş zamana inat ağır aksak ilerliyordu kapının önünde, “ben hep buradayım” diyordum içimden her öpüşte, yüreğim her atışında kendini zorluyordu sanki dışarı çıkmak için…



Babamın fabrikasında çalışan haluk ağabey marşa bastığında, sımsıkı sarıldım sevgilimin eline, Gökova geldi birden gözlerimin önüne…




Girerken…




Eşyalarım kamyonetten indirilmiş, cezaevinin koca kapısına konmuştu nihayet… Çok korkak olmama rağmen hayatta hiçbir şeyden korkmamıştım o kapıdan korktuğum kadar. Ayaklarım titredi önümde dikilen koca kapıya baktığımda... Böylesi bir tutsaklık koyuyordu adama ısmarlama cezaevleri, ısmarlama hapsoluşlar… Haluk ağabey vururken cezaevinin koca demir kapısını anneme baktım son kez şansını deneyen, yalvaran gözlerle…



“Hadi oğlum” dedi babam, “vakti geldi artık” , Vakti gelmişti artık tutsaklığa merhaba demenin… “savcı bey bu saate kadar izin verdi” . Tutsaklığa başlamak için randevu almıştık ya savcı beyden o koyuyordu bana. Bir kez daha lanet ettim beni kan bağıyla aileme bağlayan o kana... Sarılıp vedalaştım, beni kapının önüne kadar gelmeye değer bulanlarla... Sevgilim ve annemin acısını gözlerinden okuyabiliyordum, titreyen dudaklarımı zorlayıp “Ben içeri başım dik giriyorum, siz benim yerime de başınız dik dolaşın sokaklarda”...



Koca kapı gürültüyle gıcırdayarak açıldı, içimden “korktuğumu belli etmemeliyim düşmana” diyerek sımsıkı sarıldım elimde tuttuğum çantama. Son bir kez dönüp sevgilime baktım, gözümde zor tuttuğum yaşlarla...






İçerdeyken...




Başlamaz sandığım yolculuk başlayalı 6 ay olmuş, zamanla kan davamız en şiddetli yerine ulaşmıştı... Cezaevlerinde siyasi mahkûmlar açlık grevindeydi. Son bir aydır koğuştaki ağız kokusu çekilmez olmuştu... Kimse koğuştan hangi nedenle olursa olsun çıkmak istemiyor, çıkan geri gelmeyi geciktirebildiği kadar geciktiriyordu. Birçoğumuzun günlük yaşamını sürdürecek kadar takati kalmamıştı, yataklar doluydu, insanlar arkadaşlarının altını değiştiriyor, arkadaşlarına çay kaşığıyla şekerli su içiriyordu... Açlık hiç birimizin aklına gelmiyordu, ama içerdeki koku hepimize sürekli ölümü hatırlatıyordu...



O gün görüş günüydü... Açlığı, ölümü birkaç saatliğine rafa kaldırmıştı herkes, ailem ve sevgilimle görüşüp daha yeni gelmiştim koğuşa... Nöbet saatim gelmişti... Bomba nöbeti tutardık elimizde havlularla... Koğuşun tavanındaki bomba deliklerinden içeri gaz bombası atılırsa onları düştükleri yerden alıp su dolu kovaların içine atmaktı görevimiz...



Yemek masasında oturmuş nöbet süremin dolmasını beklerken geldi Hüseyin’in ölüm haberi. Sedyeyle götürmüşlerdi annesiyle ablasını görebilsin diye görüş yerine... Arkadaşlar yine aynı sedyeyle taşıdılar cesedini koğuşa. Cesedini görünce, sevgilimle sevişmelerimiz canlandı birden gözlerimin önüne...






Dışarıdakiler...




Açlık grevleri bitmiş, tedavi edilmeye başlamıştık hepimiz... Haftalık kontroller için hastaneye gidiyor, düzenli diyetlere tabi tutuluyorduk. Tuzlu ve yağlı şeyler yemek yasaktı hepimize, açken yiyeceğimizi düşündüğümüz hiçbir şeyi yiyemiyorduk henüz, haşlanmış tuzsuz patates ve pirinç lapasıydı tüm yiyebildiğimiz ve kollarımızda takılı serum şişeleriydi tüm azığımız...



O gün kontrol sırası benimdi altı buçuk ay aradan sonra ring aracının camından da olsa ilk kez görüyordum sokakları... Hastanenin girişinde arabadan indiğimde insanların meraklı bakışları arasında yüzlerini izledim bir bir, kimse gülümsemiyordu, kimse hoşnut değildi halinden. Bir ben vardım onca meraklı bakış arasında suratında koca bir sırıtmayla duran. Gülüyordum evet; yaşadığım için, onca uzun bir aradan sonra bu şehrin sokaklarını görebildiğim için, az sonra doktorun odasında sevgilimi görebileceğim için suratımda koca bir sırıtmayla sırıtıyordum evet.



Gökyüzüne baktım, insanların yüzüne baktım, mutsuzluklarını okudum ve hak verdim, “hiç kaybetmediler ki ellerindekini” diye geçirdim içimden, “adımlarını sayıyla atmak zorunda kalmadılar ki...” Doktorun kapısını açınca yârimin yüzünü gördüm içerde...



Haluk ağabeyin marşa basışı geldi aklıma, koca kapının gıcırdaması, Hüseyin’in cesedi, yarin yüzü, iyi ki dedim iyi ki yaşıyorum....

12 Eylül 2009 Cumartesi

Çağ Yarası

Çağ yarasıydı ayrılık…

Yirmi birinci yüzyılın ilk yarasıydı

Mevsimler yağmura gebeydi.

İzmaritle öpüşen dudaklarım yalnızlığın dalgalı ritmine uyacak bir ağıt mırıldanıyordu.

Aşk imla kurallarına inat Türkçe bile değildi.

Yazıldığı gibi okunuyordu yazıldığı gibi yaşanmasa da

Dedim ya; Çağ yarasıydı ayrılık…



Kulaklarımda uğuldayan

Bilmem kaçıncı aşkımın

Kaybolmaya yüz tutmuş sesinin yankısıydı.

Yüzümdeki yorgunluğa inat bir aşktan öteki sevişmeye koşuşturmaya çalışıyordu yüreğim.

Çağ yarasıydı ya ayrılık;

kendinden damlayan kanları bir sevişmenin ertesinde

sevgilinin sırt çukurunda oluşan ter damlarlı sayıyordu yüreğim



Çağ yarasıydı ayrılık

Ayrımında ayrımsızlığın,

ayrımsız sevdiğim tüm sevgililerime

kefen bezimden güller yapıp kanımla kırmızıya boyadığım düşlerim;

kapanmayacak bu yarayı inatla kırmızıya boyamaya çalışsa da

yüreğimdeki ihtilalin radyo anonsu “güneş balçıkla sıvanmaz, çağ yarası bu kanla, terle kapanmaz”

diye haykırıyordu.



Yüreğimi hibe edip

ev sahibinden kaçmak için gece taşınan kiracılar gibi,

gece ve usulca sızdığım yürekler

şimdi düşlerime yataklık etmeyi reddediyordu.

Çağ yarasıydı ayrılık.

Ayrılmak bir aşkı toprağa gömmeye yetmiyordu.

Çağ yarasıydı ayrılık

Tutunmaya çalıştığım her aşk,

bir önceki aşkımdan

ayrılığa gebe kalıyordu.



Çağ yarasıydı ayrılık...

İnsan Dedikleri

kan ve karadan yakılmalı artık kınalar

yada denizlerde,

dikenli tellerle çekilmeli

sınır çizgileri...

maskeleri atıp,

postlarımızı soyarak çırılçıplak çıkmalı

ortalığa.

neyse o olmalı herşey

mesela,

yas tutulmalı düğün zamanlarında,

sevişmek dürüstçe;

peygamber develerininki gibi olmalı.

doğadaki diğerleri gibi

giymemeli insan

kendi postundan başka postları...

artık herşeyi söylemeli,

insan dedikleri...

Bulantı


Boşluk… anlam… bir şey yok, çok vahşi kocaman bir boşluktan başka… ne kelimeler, ne de başka her hangi bir iletişim aracıyla aktarılamayacak kadar yabancı… korkutan, sindiren, yerlerde süründürüp, ama bütün bunları anlamsız kılacak kadarda acımasız bir boşluk… bu boşluğun şizofren yüzü… ayağı yerden kesen, insana uçuyormuş hissi veren o uysal, rahatlatan, huzur veren tatlı boşluğun, bir deli kadar normal hali… bu bir çatışma… bu öyle işte… yok…


Aklımı tımarhaneye kapatmak istiyorum… onu zincirlemek, uyuşturmak, şoklamak… bu böyleyken bana herkesin normalmişim gibi davranmasından bıktım… ben normal olmak istemiyorum… ben yaptığım her şeyin bir kurallar silsilesini atlatabilmek için özenle çeki düzen verilmiş olmasını istemiyorum… etrafımda sürekli özgürlükten bahsedip tüm hareketlerimi kısıtlayan, beni kendi kafalarında kesip biçtikleri adam profiline oturtmak için olmadık yollara başvuran, özleyen, özlemeyen, kırılan, mutlu olan, sinirli, geri zekalılar topluluğundan sıkıldım… o geri zekalı insan topluluğunun içine girmeye can atan, kurallar silsilesine işleri yolundayken sadık bir köle gibi hizmet eden kendimden sıkıldım... devam edemiyorum… her sorumluluk, yaşamın devam ettirilebilmesi için gereken, en basit işler dahi koca bir gerilim kaynağı, milyon ton ağırlığında bir basıncı her hareketimde vücudumun her hücresinde hissediyorum… aklım ve yüreğim sürekli çatışma halinde ve bu çatışmada ne aklım ne de yüreğim ne için çatıştığını bilmiyor, kontrolden çıkmış nedensiz ve çözümsüz bir çatışma… ben sıfır noktasına inmek istiyorum… kaygılar, başarısızlıklar, bir şeylere yetemediğini bilmenin ezici baskısı… her şey, istisnasız her şey bıçak sırtında, gerilim… gerilim… gerilim… ne boşluk, ne de yalnızlık olması gerektiği gibi huzur verici değil… ikisi de amansız bir düşman gibi… kapana kısılmışlık, çaresizlik… kötü olan ne varsa enerjisi üstündeymiş hissi… isyan ediyorum; bu hangi tanrının laneti!!!


Gün boyu, hafta boyu bin türlü rezillik şarlatanlık, sahtekarlık tek bir duyguyu dahi tertemiz yaşayamama hissi… saf ve temiz olacak herhangi bir şeye duyulan amansız özlem… ama bu saflık ve temizliği bile yeri gelince silip yok eden anlamsızlık… soru soru soru… ortada tek cevap yok… yokluğun felsefesini yapmanın alemi yok çünkü o koca boktan bir dağ gibi tam ortada çakılmış kendini hissettiriyor… elini uzatıp tutabileceğin tek bir dal yok çünkü etrafında ne var ne yoksa her biri başlı başına seni boğmak üzere olan bir sorun… kişisel kaygılara, dürtülere sürekli yenik düşen ama hep varolan, varlığıyla bir bok beceremeyen adamın teki olduğunu sana bağırtarak hissettiren sürekli bir kaçma duygusu… iler tutar yanı yok bir çöküş… ortada suçlanacak bir yazgı olmadığını sana hissettirmeye yetecek kadar bir bilinç kırıntısı…


Bir insan bunca yanlış seçimi nasıl yapar… bir insan nasıl bu hale gelir… bütün bu olanların duru durağı neresi? Ölüm korkusuna yenik düşmekten mi yaşama saygı duymaktan mı kaynaklandığı çözülememiş bir yaşama arzusu… acıyı uzatmak, bu cinnet anını dondurulmuş bir ekran karesi gibi ölümsüzleştirmek için bir parça umut… ne daha fazla ne daha az… kötü… kötü… kötü… her yer, her şey…sığınılacak, omzuna baş koyulacak tek bir canlı yok… tek bir ışık, tek bir hava deliği yok… bütün bunlardan kötüsü bir son yok… hiçbir şey nihayete ermiyor, sonlanmıyor, koskoca bir kısırdöngü… tek çıkış noktası yok duvarlar granitten doğal bloklar gibi devasa ve kapkara dikiliyorlar... renk yok, sadece karanlık…


…ne söylesem bir eksik…


her şey koca bir boşluktan ibaret…

Bende Bir Ben Var


Mutluluğun damarına bastık yine� mutluluk ölüm orucunda� zaman zamanın üstüne katlanıyor� bir bir kanıyor bir arpa boyu kabuk bağlamış yaralar� kan sızıyor, vücut parçalanıyor, kokusu; ayazda kalmış kırmızı güllerin mayhoşluğunda�





Hoş geldin� Öyle uzun zaman olmuş ki şöyle doya doya gülmeyeli ve birine kelimenin hakkını vererek �özledim� demeyeli ve yüreğim unutmuş yüreğinin, ananelere konu olmuş konukseverliğini� Gözlerimi kapıya dikmiş bekliyordum aslında, görmemişim geldiğini� Nasıl yaptın bunu, bir yüreğe nasıl sızdın böyle usulca?



Hoş geldin gelmeye de� biliyorsun yerin yok yüreğimde� biliyorum çabalıyorsun� dişi bir kuş gibi çırpınıp duruyorsun ve farkındasın içimdeki fırtınaların her seferinde kurduğun, uğrunda çabaladığın yuvayı dağıttığını� İçim o kadar karanlık ve yüreğim hala o kadar sert ki� bazen hiç neden yokken, hem de ben, yuvalarına yemek taşıyan karıncaları eziyorum, biliyorum �bir karıncayı ezmeye nasıl bir neden olur ki� diyeceksin� ben ona da bir neden arıyorum işte�





Tek tek anlatmak lazım insanlara, gerekirse gözlerine soka soka, gerekirse ağızlarını burunlarını kırıp, kafalarını patlatarak� beğenmedikleri ötekilerin, aslında kendi içlerindeki şeytan olduğunu. Şeytanı kandırıp ortak etmek lazım, ruhlara kıyacağımız kuytuluklara ama karanlık bitmeden şeytan çıkmaz kanlı yatağından ne de olsa�





Hoş geldin� nasıl oluyor da her fırtınadan sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi, sanki yeni tanışmışız gibi, her şey için yeniden çırpınmaya� Ah çocuk bu beden o kadar hoyrat ki, o kadar kirli ve karanlık ki� sevdaya yer yok yüreğimin sertleşmiş duvarlarında� güneş bile doğmuyor o topraklarda�



Hoş geldin� gelişinle bir ışık, bir parlaklık taşımaya çalıştıysan da bu karanlık diyarlara, biliyorsun yapabileceğin çokta şey yok bu acıya ve kana susamış kirli coğrafyaya� karanlığa yoldaş olmuş bir hayatın yanı başında bu beden� sen taze, sen körpesin daha� yerin yok sürgündeki verimsiz topraklarda� hoş geldin ama şimdi gitmen lazım çocuk�







Acının damarına bastık yine� acı yanı başımızda refakat ediyor suskunluğumuza� senle ben hep dibe batıyoruz, tamda bu zamanda güz sonunda� Korkuyorum karanlıktan artık�



- korkma�

- sen korkmuyor musun?

- korkuyorum�

- eee?

- eee falan yok ben korkuyorum sen korkma

- nereye varır bunun sonu?

- yeter artık soru sorma, anlamını bulamadığımız onca karanlık arasında�

- hatırlıyor musun son sevişmemizi? Sen ben ve o�

- unutmak mümkün?

- eh işte unutma� nerden çıktı orda tamda en heyecanlı yerde o sözler ağzından?

- ağzımdan işte� ne demiştim ki?

- neredeyse açık ediyordun bizi. Hım� neydi? �bende bir ben var bende içeri��

Bir Shot Yapana

Ormanda, çadırların kurulu olduğu alanda oturuyorum. İlk gecemiz olması nedeniyle insanlar enerjik bir şekilde sahne önünde dans ediyor... yüzyetmiş Bpm'lik* müzik, bulunduğumuz koyu, ormanı ve tüm karşı kıyıyı, aynı zamanda da beynimin içini tatlı zonklamalarla inletiyor. Üstünde asılı tabelaya göre binsekiayüz yaşında olan karşımdaki ağaca odaklanmış bakıyorum, arada benim gibi dansetmekten, tepinmekten yorulmuş insanla, biraz soluklanmak için gelip gidiyorlar. "Kalkmalıyım" diye düşünüyorum ama ağacın yaşlılığı devasalığı beni öylesine etkilemiş ki yerimden kımıldayamıyorum.

Karşımda duran ağaç şu an ki görünümüyle gerçekten korku ve dehşet verici... Gecenin karanlığında daha çok siyah gözüken gövdesinin bazı kısımları daha yeni yükslmekte olan dolunayın ışığıyla aydınlanmış, gümüşi... Birden ağacın gövdesinin ortadan ayrıldığını içinden çıkan yeşil renkli cin'in beni kolumdan tutup ağacın içine doğru çekmeye çalıştığını farkediyorum... Cin'e direnmeye kalksamda bunda zorlanıyorum, kafam ağacın gövdesi içinde kaybolmak üzereyken artık herşeyin boşa olduğunu düşünüp direnmeyi bırakıyorum. Nefesimi tutup Cin'in çekim kuvvetine kendimi bırakıyorum. Tekrar bir korku tufanına kapılıp olacaklardan kaçabilmek için gözlerimi kapatıyorum.


Gözlerimi kapatır kapatmaz, yüzü geliyor önüme... Bir neşe kaplıyor içimi, dudaklarına dokunuyorum, kenarlarını çiziyorum parmak uçlarımla, ağzın sanki benim elimden çıkmış, ilk kez benim dokunuşlarımla hayat bulup aralanıyor sanki. Bir elim göğsünün üstünde kalbinin atışını hissedebiliyorum, her atış kalbimde yeni bir deprem yeni bir çoşku kasırgası yaratıyor, elime bulaşan sıvıyı o an farkediyorum, bakıyorum ve yüreğinden sızan kanı görüyorum. Çok kısa bir panik havası dolanıyor yüreğimde ama hemen rahatlıyorum. Her nasılsa içimdeki enerjinin seni iyi edeceğinden eminim.

Karşımda duruyorsun ve öylece gözlerimin içine bakıyorsun, birbirimize gittikçe yaklaşıyoruz, gözlerimiz bir oluyor, soluklarımız sıcak; birbirine karışıyor... Elimle çizdiğim ağzın buluyor ağzımı, dillerimiz birbirine değiyor tek ses soluklarımızın sesi, bir tat bir koku ki anlatmak mümküi değil... İşte o an elimi doluyorum belime seni kendime doğru iyice çekiyorum, sanki istediğim tenlerimizin birbirine girmesi, sanki istediğim ikiyi bir etmek... İkimizinde ağzı çiçek ve bal dolu sanki, dolanıyoruz yılan gibi, öpüşmeye devam ediyoruz,hızlı hızlı... Birbirimizi ıssırıyorsak eğer acısı tatlı...nefeslerimiz alev olup yakıyor bizi, soluklarımız kesilip, kısa anlık bir boğuluşla koşuyorsak ölüme bu anlık ölüm güzel... Tek bir tükürük ağzımızdaki, binlerce tropik meyve tadında... İki neredeyse bir olmuş, kalbinin atışını hissediyorum yüreğimle aynı ritmde, bir kelebeğin kanat çırpışı gibi... Kalbinin üstüne bakıyorum yaran iyileşmiş , sana bakıyorum gülümsüyorsun güvenle ve iki yanağında iki küçük gamzeyle... burnumu saçlarının arasına uzatıyorum... kokun geliyor hayat gibi...

Birden kendime gelip gözlerimi açıyorum, ardından arkadaşlarımın sesi geliyor ellerinde tekila şişesiyle...

- hey nerdesin be! seni arıyoruz her yerde hadi gel, bir shot yapana yanında kova bedava...

Kahkahaları yükseliyor ardından, yüzümde biraz muzır, biraz utangaç bir gülümseme...



* Bas per minute: Müzikte bir dakikadaki bas vuruşu...

Haçlı Seferi

kusuru kadı kızına

rehin bırakılmış

kendimize büyük aşkların yazarıydık ikimizde

oyuncusuda olduğumuz kadar

az alkol basmadık yaralarımıza

izbeliği helasından belli meyhanelerde

az gözyaşı akıtmadık
bir ihanetten
hüzne gebe gecelerde

ve pek tabii;

az çarşaf terletmedik
alkol, sigara ve meni kokan
haz sarhoşu evlerimizde

ama artık yetmez mi? elimizde gül yüzümüzde acınası, zorlama bir gülüşle
eski aşkların acısını ve kapısını aşındırdığımız

kapanmadımı alkol bastığımız yaralar

gecelerimize yetmedimi bunca hüzün

söylesene;

bir gece kaç kez intihar eder

hangi duman, daha ne kadar maviye boyar acıyı

ya hicran?
daha nice yoldaşlık edecek gecemize...
söylesene!

şimdi bir ormanın denizine kavuştuğu kıyısında oturmuş

dolunayın umudu işleyişini izliyorum

ışığıyla geceye...

ben vazgeçtim acıya misafirperverlik etmekten

bir macunun mavi dumanına yansırken

fotoğraftan zihnime kazınmış yüzün

ilk geri adımını attı hüzün

gözlerini kendime kalkan
ediyorum...

kılıç gibi kuşanırken
beni özleme ihtimalini

yanlış anlama
aşk değil builan ettiğim;

çok olsa acıya karşı
don kişot vari
haçlı seferi...

Yüksek Yüksek Tepeler

Cüneyt kendine geldiğinde etrafı göremeyince bir an paniğe kapıldı, kıpırdanmaya çalışmasıyla birlikte ellerinin arkasından kelepçeli olduğunu ve vücudunda derin bir acıyı duyumsadı. Bir kaç saniye nerede, neden bu halde olduğunu hatırlamaya çalıştı. Yaşadıklarını hatırlamaya başlamasıyla birlikte içini harlı bir ateş gibi saran panik duygusundan sıyrılmaya başladı. Ortama biraz daha alışınca gözlerine sızmaya başlayan ışıktan gözlerininde bir bantla bağlanmış olduğunu anladı. Yattığı yerde derin derin soluyarak kendini biraz daha toparlamaya çalıştı.Ayağa kalkacak kadar gücü kendisinde bulduğu an hamlesini yaptı. İlk denemesi başarısız olmuştu, vücudunun hemen her yeri ağrıyordu, özellikle kasıklarındaki ağrı dayanılmaz derecedeydi. Tekrar sırt üstü bıraktı kendini. Biraz daha uzanıp gücünü tekrar toparlayınca ellerinin kelepçeli olmasına ve hissettiği acıya aldırmaksızın, ayakları dizlerinden bükülmüş vaziyette öne uzatarak doğruldu. Bu pozisyonda kasıklarındaki ağrı bir nebze olsun katlanılabilir hale gelmişti, bir süre öylece oturdu. Bedenini çok fazla yormadan ayaklarıyla kendini öne çekerek etrafında sırtını dayayabileceği bir duvar bulabilmek için ilerlemeye başladı. Hareket etmek, özellikle elleri bağlıyken ilerlemek gücünü tüketiyordu. Tam olarak bilemiyordu ama beş dakika sonra iki, üç metre ilerleyebilmiş ayaklarıyla bir duvara nihayet temas edebilmişti. Sırtını duvara yaslayabilmesi için bir süre daha çaba harcaması gerekmiş ama sonunda sırtını bir yere yaslamanın rahatlığına kavuşmuştu. Elleriyle duvara yaslanınca, duvarın da yer gibi halıfleks kaplı olduğunu farkketti. Yavaşça ayağa kalkıp duvar boyunca ilerlemeye başladı, kaval kemiğinde hissettiği acıdan bir divana çarptığını anladı. Duvara yaslanmaksızın yürümekta bas bayağı zorlansa da, divanı geçip tekrar duvara ulaşana kadar hemen hemen bütün enerjisini tüketti, gözleri kararıyordu. Biraz dinlenip birkaç adım daha attıktan sonra eline ve vücuduna metalin tatlı serinliği dokunduğunda nihayet bir kapıya ulaştığını anladı. Kalan gücüyle kapıya bir kaç topuk darbesi vurduktan sonra yana doğru yavaşça bıraktı bedenini.Kapıdan gelen tek bir sürgü sesinden kapının üstünde bir bölmenin açıldığını anladı. Tuvalet ihtiyacı vardı, ağzı kurumuş, dili ağzının içinde dönmez olmuştu. Açılan bölmeden kaba sesiyle, orta yaşlı olduğunu tahmin ettiği bir adam seslendi;- Ne var la ne var? bi biriniz bi diğeriniz ne istiyon?Cüneyt "tuvalet" demeye çalıştıysa da bunu ilk seferinde başaramadı, dudakları ufak bir kımıldanmadan fazlasını becerememiş, sesi çıkmamıştı.- Ne istiyon la söylesene seni mi beklicez burda bi saat!Adamın lanet sesi bu kez kulaklarını tırmalamıştı. Nihayet kendini zorlayarak da olsa, istediğini söyleyebildi. Hemen ardından anahtar şıkırtısı, kapının sürgüleri ve adamın homurtuları bir arada gelmeye başladı. Adam kapıyı açınca gördüğü duruma şaşırmış gibi;- Anaaam seni çözmeyi unutmuş bu g.tverenlerdiyerek Cüneyt'i omuzlarından tutup ayağa kaldırmaya çalıştı. Cüneyt, canı yandığı halde adama kalkabilmek için yardımcı oldu. Adam Cüneyt'in yüzünü duvara çevirip ellerindeki kelepçeleri çıkarmaya uğraşırken bir yandan konuşuyordu.- Bak yeğenim benim adım Hıdır, buranın gardiyanlarından biriyim, şimdi gözlerini de çözücem. Beni görmende sakınca yok çünkü sana bunları yapan ben değilim, benim işim sizi getirip götürmek, burada başnızda beklemek, tabii yukardakiler haklı olarak yüzlerini görmenizi istemiyorlar.Nihayet kelepçeleri çıkarmayı başarabilmişti Hıdır. Başının arkasında gözbağı da çözülünce, gözlerine dolan ışık Cüneyt'te geçici bir körlük yarattıysa da birkaç saniye sonra gözleri yavaş yavaş eski haline döndü, gözünde gözlükleri olmadığı için bulanık görmesine rağmen ışık onu bir nebze rahatlattı. Hıdır'ın da yönlendirmesiyle arkasına döndü. Kırk yaşlarında, neredeyse cüce sayılabilecek kadar kısa, esmer, tıknaz bir adamdı Hıdır. Kafasının tam tepesi kelleşmiş, zayıf ampul ışığının yansımasıyla güneş gibi parlıyordu. Cüneyt'in dikkatini çeken ve içini ürperten en belirgin özellik adamın kocaman, donuk, gri gözleriydi. İçinin titrediğini hissetti Cüneyt. Hıdır tekrar konuşmaya başlamasa, Cüneyt'in gözlerini kaçırdığını anlayabilecekti.- Of! Fena benzetmişler seni bunlar yahu, aman yeğenim bunların acıması yoktur, sana birşey sorarlarsa cevabını ver, yoksa acımaz bu ibneler adama. Hadi yürü bakalım tüh tüh, yazık gencecik çocuklara.Hıdır, Cüneyt'in koluna girmiş onu kendine yaslamıştı, bir an içinde minnet duyguları uyandıysa da bu çok kısa sürdü, koridora adım atacaklerken yalpalayarak kolunu kurtardı Hıdır'dan "burada dostun yok... kimseden iyilik bekleme, bir şey isteme" diye geçirdi içinden ve hafif bir sevinç duydu yavaş yavaş toparlanıyor oluşundan.- Bak böylesi daha iyi, kendin yürürsen toparlanırsın.diyerek sırıttı Hıdır. Koridor içinden çıktıkları loş hücreye oranla çok daha aydınlık ve ferahlatıcıydı, duvarlar beyaza boyalı, sağlı sollu bir sürü hücrenin bulunduğu yer aldığı upuzun bir koridordu çıktıkları ve düşük mumlu ampul yerine bir sürü florasanla aydınlatılmıştı. Birkaç kapı geçtikten sonra Hıdır kendi bölmesine yönelirken seslendi;- Tuvaletler koridorun sonunda, bir saçmalık yapmaya kalkma çıkartmam bir daha dışarı. Ha! bir de sakın diyeyim su içme. Ağzını ıslat sadece, birkaç saat daha beklemen lazım, ölüp kalırsın başıma bela olursun sonra.Hıdır'ın sözleriyle o ana kadar yaşadıkları tek tek geçmeye başladı zihninden. Akşam evde ailesiyle otururken kapı çalınmış, annesinin kapıyı açmasıyla birlikte silahlı ve maskeli bir dünya adam evin içine hücum etmişti. Ailesine birkaç açıklama yaptıktan sonra Cüneyt'i apar topar kelepçeleyip, merdivenlerden aşağıya indirmeye başlamışlardı, Cüneyt, neden alındığını biliyordu ama o an içinde hissettiği korku ve paniği ömrü boyunca hissetmemişti. Aynı korkuya kapıldı bir an için. Merdivenlerden indikten sonrasıysa sanki bir kabustan alınma film kareleriydi. Minibüse bindirilişi, bindiği anda havada uçmaya başlayan tekme, yumruk ve silah dipçikleri, gözlerinin bağlanışı, arabayla bir müddet gittikten sonra yine bağırışlar, tekme ve yumruklar arasında bir binaya sokuluşu, kıyafetlerinin parçalanırcasına üstünden çıkartılması, çıplaklığın rahatsız edici ürpertisi, soğuk ve tazyikli suyun bedenine değişi, soluğunun kesilmesi, kollarından askıya asılması, bir cihazdan gelen takırtılar ve kasıklarında hayır sadece kasıklarında değil vücudunun tüm hücrelerinde hissettiği elektriğin dayanılmaz acısı, kulaklarını sağır eden kendi çığlığı. Sanki evde oturmuş bir aksiyon filmini izliyordu ama bu kez oyuncu da kendisiydi. Tüm bunlar olurken kimse Cüneyt'e tek bir soru bile sormamıştı, "bu bir taktik" diye düşündü cüneyt içinden " korkuya kapılmanı istediler, paniklemeni istediler ve sen de bunu yaptın, bir daha yapma anla işte" şimdi seviniyordu Cüneyt, kendini daha iyi hissediyordu, en azından aklını toparlayabilmişti, buradan sağ ya da ölü ama onuruyla ve insanlara zarar vermeden çıkmanın tek yolunun aklını başında tutmak, kendini kaybetmemek, korkuya kapılmamak olduğunu zaten biliyordu. Şİmdi verdiği sadece bir sınavdı, bedensel acıların birgün geçeceğini biliyordu. Daha onaltı yaşında olsa da o değerlerine gerekirse canından vazgeçebilecek kadar bağlıydı "gerekirse öl ama sus gözünü seveyim" diye telkin etti kendini.Tuvalette hemen musluğun başına geçti. Ağzına, ensesine, kollarına heryerine su çarptı olmadı kafasını suyun altına tuttu. Deli gibi susamış olmasına rağmen içmemesi gerektiğini biliyordu, suyu ağzında çalkaladı, biraz daha çalkaladı. Bir çok tanıdığının bu şekilde vücudunda kalıcı hasarlar kalmıştı. Suyun serinliği biraz toparlamasını sağladı. Helaya doğru gidip, işemeye başlayınca idrarının kıpkırmız kan olduğunu gördü, olduğu yerde sağa sola yalpaladı ve bir anda kulaklarını tırmalayan o tanıdık makina sesini, ardından genç bir kızın kulakları sağır eden tiz, acınası çığlığını duydu. Cüneyt daha ilk çığlığın etkisinden kurtulmaya fırsat bulamadan ikinci kez manyetonun tıkırtısını ve kızın içler acısı çığlığını duydu. Yorgun zihni ve bedeni onu daha fazla ayakta tutamadı, gözleri karardı ve geriye doğru, tam da kafasını betona çarpacak şekilde bayıldığında üstüne kan işemeye devam ediyordu.Kendine geldiğinde hücredeydi. Hücredeki divanda uzanmış yatıyordu. Bir süre yattı öylece vücudunu dinledi, ağrıları oldukça hafiflemişti ama kafasının tam arkasın şiddetli bir ağrı vardı, bayıldığı anı hatırladı. Burnuna gelen kan ve sidik kokusundan midesi bulandı, kokuya alışmaya çalıştı epeyce bir zaman. Nihayet ayağa kalktı, kapıya doğru yürüyüp iki tekme savurdu "Gardiyan!" kısa bir sessizliğin ardından Hıdır'ın anahtarlarının şıngırtısını duydu. O sırada Bahadır'ın adını bağıran sesini duydu "Cüneeeyt". İçini bir sıcaklık, bir huzur kapladıysa da bu çok uzun sürmedi, üzüldü Bahadır'ın da burada oluşuna. Onu da getirmişlerdi demek... Hıdır'ın sinirli sesini duydu " Bağırmayın lan ipneler, başıma bela açmayın!" aldırmadı Cüneyt, Hıdır'a. Var gücüyle bağırdı bu kez "nasılsın, iyi misin?" cevap hemen geldi Bahadır'dan; iyiydi. Acı acı gülümsedi Cüneyt "çok olsa benim kadar iyidir" diye. Kapının mazgalında Hıdır�ın koca gri gözleri göründü.- Bağırıp durmayın s.kerim sizin belanızı, ne var ne istiyon?- Su, su içmek istiyorum.- Tabii beş yıldızlı otel ya burası su istiyo beyimiz. Su yok lan sana zamanını bekle, herkesle beraber iç, ipneHıdır mazgalı çarparak kapattı, ayak sesleri uzaklaşmaya başladı. Cüneyt sinirlenmişti, beş metrelik hücrede volta atmaya başladı.Gitti geldi, gitti geldi. Birden bir türkü tutturdu kötü çatallaşmış sesiyle "yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar"... Hoşuna gitti türkü, neşelendi, bağıra bağıra söylemeye başladı "annesinin bir tanesini...." gözleri yaşardı burasında türkünün, ama coşkuyla söylemeye devam etti gözyaşlarını silip. Mazgal kapağı hışımla açıldı yine.- Sussana lan orospu çocuğu, başıma bela mısın, delirtcen mi sen beni!Susmadı Cüneyt, devam etti coşkuyla türküyü söylemeye, delilik denebilecek türden bir coşkuydu içinde hissettiği, Hıdır'ın sinirlenmesi daha da coşturuyordu Cüneyt�i. "fesupanaalah" çekip mazgalı çarpıp gitti yine Hıdır. Cüneyt, transta gibi devam etti türküsünü söylemeye, hep aynı türkü, hep aynı ses tonu. Dayanamadı Hıdır yine bu sefer metal bir bardağa doldurduğu suyla geldi açtı mazgal kapağını.- Al sana su getirdim ama sus artık.Bardağa uzanıp aldı Cüneyt, ters çevirip döktü suyu yere. Bahadır'ın ardında yine tanıdık birinin, Tekin'in sesi duyuldu koridorda "yüksek yüksek tepelere ev..." Hıdır cin çarpmış gibi bağırmaya başlamıştı artık- Susun lan, susun ipneler, göreceksiniz ananızı s.kicem sizin!Hıdır nasıl olduysa açık unuttu mazgalı, Cüneyt mazgala ağzını dayayıp devam etti "annesinin bir tanesini hor görmesinler". Birkaç kapı şıngırtısı duyuldu ardından ayak sesleri ve Hıdır'ın delirmiş gibi çıkan sesi.- Siz bunlarla ilgilenin, ben şu mnakoyduğumun çocuğuyla ilgilenicem!Yanında iri yarı ızbandut gibi bir adamla çıkageldi Hıdır, Cüneyt�in hücresine. Suratı kıpkırmızı olmuş, ağzından tükürükler saçılmaya başlamıştı. İri yarı adam kımıldamasına fırsat vermeksizin yakaladı Cüneyt�i arkasından. Cüneyt, içinde büyük bir coşku ve güçle türkü söylemeye devam ediyordu varlıklarına aldırmaksızın, direnmeksizin.- Sus dedim lan!diyerek bir tekme savurdu Hıdır, Cüneyt�in bacaklarının arasına. Bir an sustuysa da tekmenin acısı ve şokundan, hemen devam etti kaldığı yerden Cüneyt. Bir kum torbasıyla çalışır gibi hoyratça tekme ve yumruk sallamaya başladı Hıdır. Cüneyt söyledi, Hıdır vurdu, söyledi, vurdu. İri yarı adam elinden kaydırdı bir an Cüneyt�i, yere düştü Cüneyt. Hıdır hemen üstüne atladı saçlarında tutup yere vurmaya başladı Cüneyt�in kafasını, vurdu, vurdu, vurdu. Diğer adam Cüneyt�in ölmesinden korkup Hıdır'ı üstünden almasaydı daha vurmaya devam edecekti Hıdır. Üçünün de üstü başı kan içinde kalmıştı.Yerde yatan Cüneyt�in kan içinde kalmış yüzünde bir gözü seğiriyordu, bir de belli belirsiz dudakları kımıldıyordu. Kulağını dayayıp da dinleyen birisi duyabilirdi ancak "uçanda kuşlara ma...."


Ekim2007

Rüzgar

kaç kez yokladı
eteğinin pililerini
canım rüzgar
ve ben;
yüzüm kızararak ta olsa,
kaç kez,methiyeler düzdüm bahar rüzgarlarına

yaz rüzgarları gelse derim..
rüzgar eser..
ben düşlerim...
baldırındaki sarı tüy olsam derim...
rüzgar eser...
ben titrerim...