14 Eylül 2009 Pazartesi

Bir yerde...

Giderken…




Eşyalarım toplanmış, kamyonete yüklenmişti nihayet… Hiç başlamayacakmış gibi gelen o anlamsız yolculuk az sonra başlayacaktı işte. Ne gideceğim yeri kendime yakıştırıyordum ne de beni oraya yollayanların bunu yapabileceklerini tahmin ediyordum. Ama yolculuk başlıyordu en nihayetinde. İki yıllığına zamanla düşman ilan edilmiştim, iki yıllığına yaşanacak her şeyin adı tutsaklıkla gölgelenecekti… Zamana bana muhalefet etme emri verilmişti iki yıllığına ve o iki yıllık yolculuk az sonra başlayacaktı…



Sevgilim, ailem, dostlarım, kapının önündeydi hepside, kalacağım cezaevine gelemeyecek olanlarla vedalaştım kapının önünde, her sarılış her öpüş zamana inat ağır aksak ilerliyordu kapının önünde, “ben hep buradayım” diyordum içimden her öpüşte, yüreğim her atışında kendini zorluyordu sanki dışarı çıkmak için…



Babamın fabrikasında çalışan haluk ağabey marşa bastığında, sımsıkı sarıldım sevgilimin eline, Gökova geldi birden gözlerimin önüne…




Girerken…




Eşyalarım kamyonetten indirilmiş, cezaevinin koca kapısına konmuştu nihayet… Çok korkak olmama rağmen hayatta hiçbir şeyden korkmamıştım o kapıdan korktuğum kadar. Ayaklarım titredi önümde dikilen koca kapıya baktığımda... Böylesi bir tutsaklık koyuyordu adama ısmarlama cezaevleri, ısmarlama hapsoluşlar… Haluk ağabey vururken cezaevinin koca demir kapısını anneme baktım son kez şansını deneyen, yalvaran gözlerle…



“Hadi oğlum” dedi babam, “vakti geldi artık” , Vakti gelmişti artık tutsaklığa merhaba demenin… “savcı bey bu saate kadar izin verdi” . Tutsaklığa başlamak için randevu almıştık ya savcı beyden o koyuyordu bana. Bir kez daha lanet ettim beni kan bağıyla aileme bağlayan o kana... Sarılıp vedalaştım, beni kapının önüne kadar gelmeye değer bulanlarla... Sevgilim ve annemin acısını gözlerinden okuyabiliyordum, titreyen dudaklarımı zorlayıp “Ben içeri başım dik giriyorum, siz benim yerime de başınız dik dolaşın sokaklarda”...



Koca kapı gürültüyle gıcırdayarak açıldı, içimden “korktuğumu belli etmemeliyim düşmana” diyerek sımsıkı sarıldım elimde tuttuğum çantama. Son bir kez dönüp sevgilime baktım, gözümde zor tuttuğum yaşlarla...






İçerdeyken...




Başlamaz sandığım yolculuk başlayalı 6 ay olmuş, zamanla kan davamız en şiddetli yerine ulaşmıştı... Cezaevlerinde siyasi mahkûmlar açlık grevindeydi. Son bir aydır koğuştaki ağız kokusu çekilmez olmuştu... Kimse koğuştan hangi nedenle olursa olsun çıkmak istemiyor, çıkan geri gelmeyi geciktirebildiği kadar geciktiriyordu. Birçoğumuzun günlük yaşamını sürdürecek kadar takati kalmamıştı, yataklar doluydu, insanlar arkadaşlarının altını değiştiriyor, arkadaşlarına çay kaşığıyla şekerli su içiriyordu... Açlık hiç birimizin aklına gelmiyordu, ama içerdeki koku hepimize sürekli ölümü hatırlatıyordu...



O gün görüş günüydü... Açlığı, ölümü birkaç saatliğine rafa kaldırmıştı herkes, ailem ve sevgilimle görüşüp daha yeni gelmiştim koğuşa... Nöbet saatim gelmişti... Bomba nöbeti tutardık elimizde havlularla... Koğuşun tavanındaki bomba deliklerinden içeri gaz bombası atılırsa onları düştükleri yerden alıp su dolu kovaların içine atmaktı görevimiz...



Yemek masasında oturmuş nöbet süremin dolmasını beklerken geldi Hüseyin’in ölüm haberi. Sedyeyle götürmüşlerdi annesiyle ablasını görebilsin diye görüş yerine... Arkadaşlar yine aynı sedyeyle taşıdılar cesedini koğuşa. Cesedini görünce, sevgilimle sevişmelerimiz canlandı birden gözlerimin önüne...






Dışarıdakiler...




Açlık grevleri bitmiş, tedavi edilmeye başlamıştık hepimiz... Haftalık kontroller için hastaneye gidiyor, düzenli diyetlere tabi tutuluyorduk. Tuzlu ve yağlı şeyler yemek yasaktı hepimize, açken yiyeceğimizi düşündüğümüz hiçbir şeyi yiyemiyorduk henüz, haşlanmış tuzsuz patates ve pirinç lapasıydı tüm yiyebildiğimiz ve kollarımızda takılı serum şişeleriydi tüm azığımız...



O gün kontrol sırası benimdi altı buçuk ay aradan sonra ring aracının camından da olsa ilk kez görüyordum sokakları... Hastanenin girişinde arabadan indiğimde insanların meraklı bakışları arasında yüzlerini izledim bir bir, kimse gülümsemiyordu, kimse hoşnut değildi halinden. Bir ben vardım onca meraklı bakış arasında suratında koca bir sırıtmayla duran. Gülüyordum evet; yaşadığım için, onca uzun bir aradan sonra bu şehrin sokaklarını görebildiğim için, az sonra doktorun odasında sevgilimi görebileceğim için suratımda koca bir sırıtmayla sırıtıyordum evet.



Gökyüzüne baktım, insanların yüzüne baktım, mutsuzluklarını okudum ve hak verdim, “hiç kaybetmediler ki ellerindekini” diye geçirdim içimden, “adımlarını sayıyla atmak zorunda kalmadılar ki...” Doktorun kapısını açınca yârimin yüzünü gördüm içerde...



Haluk ağabeyin marşa basışı geldi aklıma, koca kapının gıcırdaması, Hüseyin’in cesedi, yarin yüzü, iyi ki dedim iyi ki yaşıyorum....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder