14 Eylül 2009 Pazartesi

Düşlerim Yatağımda- Düş ve Ölüm


Düş ve Ölüm

Yatağımda uzanmış sigaramı içiyorum, sigaramın dumanı çarpıyor gözüme, sürekli bir devinim içinde bütünlüğünü yitirmeden ama her adımda kütlesinin başka bir parçasıyla yükseliyor sonunun koca boşlukta kaybolmak olduğunu umursamadan. Kendimi üstünde Castrol reklamının olduğu yeşil kocaman bir balonla yükselirken görüyorum. Balona sıcak hava yavaş yavaş doluyor ve balon aynı yavaşlıkla ama kesintisiz yükselişini sürdürürken bulutlara ulaşmak için sabırsızlandığı çıkardığı seslerden belli oluyor.


Rotam önceden belirlenmiş sanki, Muğla üstünde başlayan yolculuğum doğuya sürekli doğuya devam ediyor. Coğrafyanın ne zaman anlamını yitirdiğini bir boyuttan diğerine ne zaman atladığımı anlayamadan kendimi inanamayacağım hayal edemeyeceğim kadar yüksekte buluyorum. Önümdeki haritada bilmediğim biri tarafından belirlenmiş rotamı ve son durağımı görüyorum kırmızı kalemle işaretlenmiş son durağım dünyanın çatısı Himalayalar. Bunu fark ettiğim anda devasa tapınaklar ve buda rahipleri iştahımı kabartıyor. O kadar yüksekteyim ki, dağlar bir yolun üzerindeki tümseklere, denizlerse o tümseklerin dibinde yağmurdan arta kalan su birikintilerine benziyor. Bir an aklıma balonun rotamı takip etmeme yetecek kadar gaza sahip olup olmadığı geliyor ve aklıma getirdiğim kötü düşünceyle birlikte balonum aynı çizgi filmlerde bir kuşun deldiği seyahat balonları gibi savrularak ve hızla yeryüzüne inmeye başlıyor. Balonun hareketlerini takip bile edemediğim için bir şeyler yapmaya çalışmaktan vazgeçiyorum, sadece aynı çizgi filmlerdeki gibi bir ağacın dalına takılıp kalmayı diliyorum ve bunu dilediğim anda tarifi olmayan bir acı şokuyla yere çarptığımı hissediyorum. Çarpmanın şiddetini duyumsaya bildiğim için seviniyorum. Soluğum kesiliyor, nefes alamaz duruma geliyorum, dilim damağım kuruyor, aynı anda boğazıma kan kokusu geliyor, bağırmak istiyorum ama sesimi duyamıyorum yinede tüm bunları hissedebiliyor olmamın yaşadığım anlamına geldiğini düşünüp seviniyorum.


Saray soytarılarının kılığında yanıma gelen adamı gördüğümde sevincim şaşkınlığa dönüşüyorum “hoş geldiniz, giriş işlemleriniz birazdan tamamlanacak” deyip bir reverans yapıyor ve ayağa kalkmama yardım ediyor. Adam ayağa kalkmama yardım ettikten sonra herhangi bir şey söylemeden beni şaşkınlığım ve huzursuzluğumla baş başa bırakıp çekip gitmişti. Nereye giriş işlemlerim yapılıyordu, nerdeydim, nereye girmek üzereydim, balonum, haritam nereye gitmişti. “onlar zaten senin değildi ki” dedi bir ses bana adımla hitap ederek. Devlet dairelerinin girişlerinde bekleyen güvenlik elemanlarına benzer bir üniforması vardı üstünde “artık gidebiliriz” dedi bana. Nereye gideceğimizi sormak istediysem de bana cevap vermeyeceği gayet resmi tavırlarından belli oluyordu. Eli yüzü düzgün işini profesyonelce yapar bir tavrı vardı. Beni daha önce orda olmayan varsa bile benim fark edemediğim bir kapıdan içeri soktu ve bir reverans yapıp artık yalnız ilerleyeceğimi bildirir bir hareketle ilerlememi işaret etti. O sırada yanıma yaklaşan kişiyi görünce o ana kadar yaşadığım şokların en büyüğünü yaşadım üstünde üniformasıyla Adolf Hitler yanıma doğru yaklaştı aynı öncekiler gibi kibar bir reveransla beni selamladı. Az öncekilerin kim olduğunu sorduğumda saray soytarısı kıyafetli olanın Azrail ve diğerinin de ayak işlerine bakmak için günahı çok olanlardan seçilmiş Manson soyadlı seri katil olduğunu ve bu cevaplardan nerde olduğumu tahmin edebileceğimi söyledi.



Ölmüştüm, şakamıydı şimdi bu “lamı cimi yok öldün ve cehennemdesin” dedi. Şaşkındım yaşadığım dünyadan tanımadığım ve varolduğuna inanmadığım bir dünyaya gelmiştim. “Ateş kazanları nerde?” diye sordum Adolf’ e oysa sadece gülümsemekle yetindi. Düz ağaçlı bir yolda yürümeye başlamıştık ki, ağaçların altında bir kayanın üstünde oturup sohbet eden Yeşu Ben Miriam (bilinen adı İsa unvanı ise Mesih) ve hangisi olduğunu bilmediğim ama peygamber olduğunu tahmin ettiğim bir başkasını gördüm, Adolf istersem yanlarına gidebileceğimi belirtir bir işaret yaptı. Bu benim kesinlikle kaçırmak istemeyeceğim bir fırsattı çekinik adımlarla sohbetlerini bölmelerine neden olmadan yanaştım yanlarına.


Bay peygamber: Soytarı bir kaos yaratığıdır, görünümü saygınlık anlayışımıza bir sataşma, hareketleriyse düzen anlayışımızın alaya alınışıdır. Soytarı daima itilip kakılır, soytarı –onun özgürlük olduğunu düşünelim- daima düzenin insanları –onlarında otorite olduğunu varsayalım- tarafından kovalanır. Soytarı kaosu, otoriteyse istikrarı temsil eder. Doğanın kendisi istikrarsızdır yani soytarıdır, otoriteyse istikrarı ister yani doğanın kendisine karşıdır. Doğanın Azrail’e soytarı kıyafetlerini giydirmesi kaosun kendi ürünü olduğunu ve ona sahip çıkanların kendiyle birlikte olduğunu anlatmasının en açık yoludur. Biz her ne kadar özgürlüğün bir numaralı yandaşı olsak da, sen otorite tarafından çarmıha gerilmiş bir soytarı olsan da, öğretilerin zaman içinde otoriteye hizmet etmeye başlamış, onun bir numaralı dayanağı olmuştur.

Yeşu : haklı olabilirsin bak bizim Matta kitabında 15/24 de benim sözlerimi şöyle aktarmış; “ben İsrail evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim” ben bunu söylerken Yahudileri koyun sınıfına koyduğumda kalanına ne muamelesi yaptığımı anla artık. Benim öğretim Yahudiler içindir yeni ve anlamsız bir felsefenin doğmasına neden olacağını tahmin etmemiştim. İnsanlar doğayı terk edip tanrının kucağına düşmeye çok hevesliler bilseler ki doğanın kendisi tanrı.


Bay peygamber: sana oradaki yanılgıyı da anlatayım; eski günlerde insanlar daha somuttu, yani manevi şeylerle çok işleri olmazdı. Bir ceset çürüdüğünde ürünlerin büyümesini sağladığını biliyorlardı. Gübrenin ürünlerin büyümesine katkıda bulunduğunu da kendi gözleriyle görebiliyorlardı. Bitkileri yemenin büyümelerine, kendi hayatlarını sürdürmelerine yardımcı olduğunu anlamaları içinde bir takım kitaplara yada alimlere ihtiyaç duymuyorlardı. Böylelikle kan, bok, ve bitkiler arasında –hayvanlar, insanlar ve bitkiler arasında- bağlayıcı ilişkiler olduğunu yaşayarak öğrendiler. Buğday hastı için hayvan kurban ettiklerinde doğaya kurban edilenin kendilerine geri döneceğini biliyorlardı. Bundan daha az mistik ne olabilirdi ki evet bir seremoni oluyordu ama herkesin biraz eğlenceye ihtiyacı yok mu? Bitkiler alemine bir bak orda hiçbir şey kaybolmaz sadece bulunduğu yerden kopar ve sonra geri döner. Enerji asla yok olmaz. Tohumlarımızı ektiğimiz gibi ekerdik ölülerimizi karımızın rahmine menilerimizi bırakır gibi toprağın kucağına bırakırdık onları. Cesedin, tohumun yada menilerimizin enerjisi şu veya bu biçimde geri dönerdi. Ölüm daha çok hayatı doğururdu. Yeryüzünü severdik onun bizim ihtiyaçlarımızı karşılayacağını bilirdik, ama onu terk etmekten ölmekten de korkmazdık, yaşayacağımız güzel günler için onu kutsardık. Ondan arındırılmamız gerekmiyordu. Cennete kaçış planları kurmazdık hiç. Ölümden korkmuyorduk; çünkü doğaya ve onun döngülerine bağlıydık. Doğaya bakıp, ölümün onun ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyorduk. Bir takım insanlar –başlangıçtaki Yahuda kabileleri yani senin insanların- toprağı işlemeyi bırakıp da bitkilerin döngülerine yabancılaşınca, bedenin madde olarak dirilişine olan inancı yitirdiler. Ölü hayvanlarını toprağa ektiler, mezardan bir şeyler fışkırdığını fark etmediler: ne yeni bir domuz, ne yeni bir koyun. Böylelikle korkuya kapıldılar, bitkilerin yaşam öğretisini unuttular, ümitsizliğe kapılıp soyut yeniden dönüş kavramını geliştirdiler.


Soyut varlık fikri, kendi ürettikleri ölüm korkusunun bir ürünüydü. Ve yüce manevi varlık fikride doğadan uzaklaşmanın sonucudur. İnsanoğlu yaşamın elle tutulur gözle görülür süreçlerini gözlemleyemez, onlarla bir olamaz hale gelince, yaşamın ve ölümün nerden çıktığını açıklamak için tanrıyı icat etmek zorunda kaldılar. Senin benim gibilere de gün doğdu. Öğretilerimiz yanlış anlaşılmadı onlar zaten yanlış temellerden geliyordu. Kökleri doğadan uzak maneviydi çünkü.


Yeşu : bu hata da tanrıların ve bizim payımız nedir peki?

Bay peygamber : hatamız şu Yeşu; atalarımızın hayata bütünlüklü bir bakışları vardı, kendi eksik yöntemleriyle güneşin, ayın ve diğer yıldızların bile varolan işleyişteki yerlerini anlayabiliyorlardı. Tohumların üreme faaliyetleriyle, hayvanların doğurganlığı arasında bir ayrım yapmıyorlardı bu şekilde hayatı çözümlüyorlar sıra iç dünyalarına geliyordu yaşam döngüsüne büyük bir saygı duydukları için manevi huzuru soyutta değil doğanın dönüşümlerinde arıyorlardı, çünkü doğa iç ve dış dünyamızın bir yürümesini sağlayan tek enerji üreteci tek motordu. Dosdoğru kaynağa gidiyorlar soyut olana değil -gökyüzündeki yada her yerdeki görünmeyen bir ego uzantısına değil- doğaya ve onun doğurganlığına tapınıyorlardı bitkilerin ve hayvanların üreme organlarına, çünkü yaşam kuvveti onlardaydı.


Yeşu : hayvan ve bitki kültlerini daha öncede duymuştum ama insan bundan daha estetik daha uhrevi bir şeyleri hak etmiyor mu? Ben insanoğlundan cinsel yaradılışına hayranlık duymasından daha fazla şey bekliyorum.

Bay peygamber : ne bekliyor Yeşu, soyutlamalar mı, doğasına yabancılaşmasını mı, bunlar mı estetik olanlar Yeşu? Kitap başlangıçta söz vardı der. En basit ilkel insan bile başlangıçta orgazmın olduğunu bilir. Hayat sadece hayattan üretilir, hayatın kaynağı enerjidir. Tohumun filiz vermesi, kelebeğin kozasından çıkması hepsi maddeye dairdir, ruha değil. Dağlara saygı göstermek, güneşe tapınmak, bir erkeğin büyük penisine tapınmak belki kabadır ama insan yaşadığı doğayı kutsal gördüğü sürece ona saygı gösterecek onu bugün geldiği duruma getirmeyecekti. Hayatın başlangıcının basit bir doğa olayı olduğunu anlayabilmesi daha binlerce yıllık zamanına mal olacak bilimin ama bak paganlar bunu yüz hatta bin yıllar önce çözüp doğaya saygı göstermişler. Bir tüy tanesine bile saygı duymaları, ondan bir kutsallık çıkarmaları bu nedendendi. Kusura bakma Yeşu senin özgür, isyankar, soytarı -hangisini kabul edersen et- bir insan olduğunu biliyoruz ama o Yahuda kabileleriyle başlayan ve bugün hala devam eden insanoğlunun kendine ve doğaya yabancılaşma süreci,senin doğumunla daha bir netlik kazandı. Senin doğumun doğanın yani maddenin soyut olana yenildiği gündür, insanın kendinden uzaklaşmaya başladığı, kültürün doğaya, fallusun rahme hükmettiği gündür. Neresinden bakarsan bak biz resullerle başlayan sürece baktığında insan binlerce yıllık bozuk bir yapı görüyor sadece. Bizim yaptığımız en büyük yanlış geçen her kutsal saniyede zaten değişen dünyayı değiştirme çabasına düşmek, doğanın işine burnumuzu sokmak oldu.


O sırada bay peygamber beni gördü, bana doğru gelmeye başladığı sırada dayanılmaz bir acı elimden beynime doğru hücum etti, kendime gelip elimde yanmakta olan sigarayı fırlattığımda hala yatağımdaydım, odamı gördüğüme, yaşadığıma sevindim bir an, Yeşu’ya ve Bay peygamber’e göz kırpıp, derin bir uykuya daldım. Neyse ki her şey bir düşten ibaretti.


Yazıda geçenler tamamen bir düşten ibarettir yine de yazar yazıda geçen olaylarla ilgili dinsel, ahlaksal vs.. bir saldırı olduğunu düşünenlere karşı her kelimesinin arkasındadır...

Yeşu Ben Miriam ve Bay peygamber karakterleri üstat Tom Robbins’in “dur bir mola ver” adlı kitabından alıntılanmıştır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder